Boojaro

İçindekiler

SÖZBAŞI

Bu kitabı okuduğunuza göre ya yazar olmaya karar verdiniz ya da kendisini geliştirmek isteyen bir yazarsınız. Her durumda takdiri ve tebriki hak ediyorsunuz. Çünkü yazarlık bence mesleklerin en güzelidir. En keyifli meslektir. Hatta en heyecanlısı…

Elimden geldiğince size basit ve kolay bir kitap hazırlamaya çalıştım. Ağdalı konuşan, ağdalı yazan birisi hiçbir zaman olmadım. Anlaşılamayan yazar olmak belki başkası için cazip olabilir ama bence anlaşılan, hatta kolay anlaşılan bir yazar olmak hepsinden kıymetlidir.

Yazarlık hayatınızda gereksinim duyacağınız hemen her bilgiyi, küçük bir paket halinde ele aldım. Şunu keyifle iddia ediyorum; İnsan yazar olarak doğmaz. Yazarlık doğuştan gelen bir yetenek değildir. Tam aksine yazarlık çalışılarak ve eğitimle öğrenilir. Aslında hem bir sanat hem de bir zanaat türüdür.

Pek çok kimse tam tersine de inansa, hiçbir zaman bir manzaranın karşısında dalgın dalgın otururken, bir anda ilham perisinin dürtüklemesiyle şaheser bir kitap yazılmaz. Bazen bir satır bir haftada bile yazılamaz. Yazar olan kimse “arada sırada” veya “keyfine göre” de yazmaz. Yazarlık bir disiplin meselesidir. Yazar her gün okur, araştırır, notlar alır, sayfalarca yazar, çizer, karalar, tekrar ve tekrar yazar.

Bu arada size havalı havalı nutuk atan, “ben bu işin ustasıyım” diyen, önünüze koydukları cilt cilt kitaplarla fiyaka yapıp, karma karışık cümlelerle acayip şeyler anlatanları ciddiye almayın. Ben ciddiye almadım ve her zaman faydasını gördüm. Öykü, oyun veya senaryoda, hatta romanda dilin sade olması şart değildir. Ama eğer birisine bir şey öğrenmesinde yardımcı olmaya çalışıyorsanız, sade bir dille ve basit bir anlatımla hareket etmek zorundasınız. Yeni kavramlar türetmek ve anlaşılmayan cümlelerle bunu sağlayamazsınız.

Ben size sade dille, basit bir üslupla, akıcı biçimde, “laf salatası” yapmadan, size gereksinim duyduğunuz hususları aktarmaya çalışıyorum. Umarım hep beraber başarılı oluruz.

“Ben yazarım” dediğiniz andan itibaren çok iddialı ve çok havalı bir mesleğe mensup olduğunuzu iddia ediyorsunuz demektir. Umarım ömrünüz boyunca sevinçle, keyifle ve bereketle yazarsınız. Umarım daima övüneceğiniz eserler yazarsınız. Bir yazma heyecanı hissettiğinizde, “bunu yazmak lazım” diye düşündüğünüzde, dilerim bu kitabın faydasını görmüş olursunuz.

Yaratıcı Yazarlık nedir acaba?

Sıkça sorulan bir soru vardır? “Yazarlık tamam, ama yaratıcı yazarlık nedir” diye…  Yaratıcı yazarlık, size “bunu yazmak lazım” dedirten bir şey düşündüğünüzde, onu yazmanızın yoludur.

Genel kabul gören bir tanımlamaya göre, yaratıcı yazarlık, duygu ve düşünceleri dilin bütün olanaklarıyla beraber “yeni” ve “diğerlerine benzemeyen” içeriklerle oluşturulmuş yazılar üretme sanatıdır. Aynı zamanda da meslektir. Yaratıcı yazarlık yapmak isteyen yazar, yazılarını üretirken, yenilik arar. Söylenmemiş sözleri bulmaya çalışır.

Yaratıcılık kaygısı ve sanatsal arayışla “bunu yazmak lazım” dediğiniz bir şey olduğunda, sizin için de bir başlangıç çizgisi çekilmiş demektir.

Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlükte yaratmak, “Zekâ, düşünce ve hayal gücünden yararlanılarak o zamana kadar görülmeyen yeni bir şey ortaya koymak, yapmak; bir şeyin olmasına, ortaya çıkmasına yol açmak, sebep olmak eylemi”; yaratıcılık, “herkeste var olduğu kabul edilen, yeni ve özgün bir şeyi tasarlama, bulma, gerçekleştirme yeteneği” olarak açıklanmıştır.

Başka bir deyişle, “sanat kaygısı” içeren bir çabadır. Yaratıcı yazarlıkta olması gereken gayret, sadece “olanı aktarmak” değildir, bunu sanatsal bir çabayla yapmaktır. Yazar yemek kitabı da yazabilir ama onun bu kitabı yazmasında bir yaratma yoktur. Şayet yazar o yemek kitabını, daha önce yapılmadığı biçimde ve sanatsal kaygıyla, yeni bir çabayla üretirse, orada yaratıcı yazarlıktan söz edilebilir.

Yaratıcı yazarlığın bağladığı zaman iki dünya savaşı arasıydı ve memleketi de Amerika idi. İngilizceden yapılan çevirilerle Türkçeye yerleştirilen yaratıcı yazarlık deyimindeki yaratıcı vurgusu, sanatsal boyutun altını çizmek içindir. Dolayısıyla yaratıcı yazarlıktan söz edilirken, dikkat çekilmek istenen mesele, sanattır. Sanatsal yazı türleri o nedenle yaratıcı yazarlığın temel ilgi alanıdır.

Kuşkusuz, yaratıcı yazarlık yapabilmek için iki temek gereklilik vardır. Birincisi “yazmak”, ikincisi ise “yaratıcılıktır”. Yaratıcılığı sağlamak için de “yaratıcı düşünme” alışkanlığına sahip olmak lazımdır. Zengin içerikler üretebilmek için çokça okumak ve çokça araştırmak gerekir.

Başkaca bir soru daha var? Herkes yazabilir mi? Yani herkes yazar olabilir mi? Bence evet… İyi yazar olmak başka şey, ama yazmak öğrenilen bir özelliktir. Okuryazar olan herkes yazar da olabilir. Şöyle düşünebiliriz; Sağlık sorunu olmayan herkes futbolcu olabilir. Ama ünlü olmak ya da gol kralı olmak başka bir şeydir. Yaratıcı yazarlık atölyesi size şöhret, para veya yüzde yüz başarı vaat etmez. Atölyeler sizin olası hedefinize varmanıza yardımcı olur.

Geçen yıllar ve teknolojik gelişim yaratıcı yazarlığı eskisine oranla çok daha önemli ve çekici hale getirdi. Zamanın ruhu, bu yüzyılın şartları yaratıcı yazarlığı giderek daha fazla cazip kılıyor.

Her şeyden önce sosyal medya, blog yazarlığı, okuyucularla interaktif iletişim imkânı ve e-kitap konusunun öneminin nihayet anlaşılması, pek çok kişi için yazarlığın önünü açtı. Ben ilk kitabımı yazdığımda internet emekleme çağındaydı. Çok az insan internetin kalıcı olduğunu düşünüyordu. İnternetin gelip geçici bir moda olduğunu ve aslında sadece çocukları ilgilendirdiğini iddia edenler çoğunluktaydı.

O yıllarda kitap yazdığınızda yayınevlerini kapı kapı dolaşırdınız. Yayınevleri kimseyi umursamazdı. Size kendilerine göre belirledikleri takvime göre, mesela bir yıl sonra cevap verirlerdi. Yayınevlerinin bir bölümü sadece kitabınızı alıp basmak ve karşılığında hiçbir şey ödememeye çalışırdı. Kitabınızın az sattığını iddia eder ve ancak kitabın satışından elde edilecek gelir üzerinden, size bir yıl sonra başlamak üzere ve iki ay atlamalı beş taksit halinde, yüzde yedi buçuk ilan yüzde on arasında para ödemeyi vaat ederlerdi. O ödemeler ya başlamazdı ya da bitmezdi… Hatta size ilk baskının gelirini onlara bırakmanızı, bunun karşılığında iki baskının bütün gelirini almanızı teklif ederlerdi. Ama o ilk baskı hiç bitmezdi.

Sözünü ettiğim dönemde kitap yazmak da dertti, bastırmak da dertti. Zaten bu sürecin devamında, bırakın yazara para ödemeyi, basmak ve dağıtmak için yazardan para isteyen yayınevleri türedi…

Bugünün gerçeği şu ki, isteyen ve bunun için çaba gösteren herkes kitap yazabilir. Onun yazdıkları okuyucuyla ücretli veya ücretsiz buluşabilir. İnternet belki basını zorluyor. Hatta haftalık haber dergileri öldü, hatta gazeteler uzun süre direnemez ve bugün haber okuyucusu için sosyal medya ve internetteki haber siteleri en büyük haber kanallarından daha büyük güvenilirliğe sahip.

Ancak yazarlık için farklı bir durum söz konusu. İnternet çağı çoğu kalıbı kırdı, size karşı kurulan birçok barikatı yerle bir etti.

Artık yazmak, “giriş-gelişme-sonuç” ile sınırlı değil. Yazmanın doğrusunu da size, kulak çeken Cevriye Hoca da öğretmiyor. Ürettiklerinizi okuyucularınıza ulaştırmak için de kerameti kendinden menkul, sakallı ve uyanık, merdiven altı editörlere de muhtaç değilsiniz.

Öğrenirsiniz, yazarsınız, dijital çağda kimseye muhtaç olmadan kitabınızın çoğaltılmasını ve satılmasını sağlarsınız. Kimse de sizin bir tek kuruşunuzu çalamaz. Çünkü artık her şey internet üzerinden yapılıyor.

Elbette yaratıcı yazarlığa sadece “ürün odaklı” bakmak zorunda değilsiniz. Yaratıcı yazarlık size aynı zamanda çok değerli bir hobi de kazandırıyor. Aslında, laf aramızda dünyanın en ucuz hobisi söz konusu. Çünkü her şeyle yazabilirsiniz ve her şeyi yazabilirsiniz. Burada bir sınırlamanız da yok.

Ama yaratıcı yazarlığın bence en değerli yönü, terapi etkisi yapmasıdır. Yazarken kendinizi keşfedersiniz, kendinizi sınarsınız ve yazmanın size ne kadar iyi geldiğini görürsünüz. Size tavsiyem şudur; Hiçbir şekilde, hiçbir sınırlamayı kabul etmeyin. Alabildiğine özgür olun. Hiçbir sınır sizi durdurmasın, hiçbir barikat sizi yavaşlatmasın, hiçbir engel sizin gözünüzü korkutmasın.

Yaratıcı yazarlığın odağına ister “sonucu”, yani ürünü koyun isterseniz “süreci” yani yeni bir yaşam biçimi edinmeyi esas alın, her durumda mutlu olursunuz. Yazmak sizi mutlu eder.

Yazmak “kendini ifade” etmektir. Kendini ifade etmek için, öncelikle kendimizi öğreniriz. Bunu yaptıkça göreceksiniz, “özgüveniniz” artacak. Şaşırarak tespit edeceksiniz, yazınızla ilgili bir detayı planlarken ya da bir yazı tasarlarken, onunla hiç ilgisi olmayan bir sorunun çözümünü bulacaksınız.

Yazmak beraberinde daha iyi anlamayı getirir. Yazdıkça “muhakeme” ve “mukayese” gelişir. Eğer bir kişi alışkanlık halinde, ama disiplinli ve kuralları halde yazıyorsa, onun “analitik” düşünmesi, “analiz” yapması ve “sentez” yeteneği mutlaka gelişir. Yazan kişi “emeği” görür, sadece kendi emeğine değil, her emeğe saygılı olur.

Yazarlık başı başına zihinsel bir faaliyet olduğu için, düşüncelere dayanır ve “soyut düşünme” yeteneğini geliştirir. Her kişi açısından düşüncede “somuttan soyuta geçiş”, entelektüel gelişim açısından kritik eşiktir.

Yaratıcı düşünmek nedir?

Yazarlık konusunda tekrar döneceğim. Ama burada bir parantez açmak zorundayız. Yaratıcı yazarlık için hem düşünmek lazım hem de düşünmeyi yaratıcı biçimde gerçekleştirmek lazım…

Yaratıcı düşünmek denildiğinde akla gelen ilk seçenek yanlıştır. Yaratıcı düşünmek “hiç kimsenin daha önce düşünmediğini düşünmek” değildir.  Belki bu düşünce biçimine daha uygun bir tanım da bulunabilirdi. Ama zaten bütün kritik kavramlar isimlendirilirken, mutlaka saçma hatalar yapılır. O da ayrı bir konu.

Şöyle diyebiliriz;

Düşünmek, çeşitli kavram ve sembolleri birbirleriyle ilişkilendirmektir. Yaratıcılık da bu ilişkilerden yeni ve farklı sonuçlar elde etmeye çalışmaktır.

O nedenle yaratıcı düşünmede mevcut kavramlar arasındaki ilişkilerden yeni kavramlar ve düşünceler üretme çabası vardır.

Yaratıcı düşünmek “bir soruna yeni veya alışılmadık bir yaklaşım üretmektir. Yani bir yenilik aramak, fark yaratmaya çalışmaktır. Bunu çizginin ötesine geçmek veya çemberin dışına çıkmak olarak da değerlendirebiliriz. Bir bakıma “uyulmaz fikirlerin bir araya getirilmesidir”. Yaratıcı düşünme eyleminde amaç, bir sorunun çözülmesi için denenmemiş, denenmesi doğru görülmemiş veya ilgisiz görülmüş bir düşünce üretmektir. Burada bir adaptasyon da söz konusu olabilir.

Elbette yaratıcı düşünmek, hayata bakış açısı ile ilgilidir. Eğer siz “sadece söyleneni yapan” birisiyseniz yaratıcı düşünemezsiniz. Ayrıca siz okul hayatını ezberlerle tamamlayıp, şimdi de ezbere bir hayat yaşıyorsanız, sizin için yaratıcı düşünmek çok zor olabilir.

Yaratıcı düşünme olmasaydı, insanlık henüz tekerleği icat edememişti. Hatta hiçbir icat olmamıştı. Yaratıcı düşünce her zaman “yeni bir yol aramak” ve “amaca daha uygun bir yol daha aramak” şeklinde görülmelidir.

Çünkü yaratıcı düşünmenin püf noktası “bakmak” ile “görmek” arasındaki farktır. O nedenle herkes aynı yere “bakarken”, bir kişi başka bir şey “görür”. Yaratıcı düşünmek önce “yeni bir şey fark etmekle” başlar.  Daha sonra ise giderek büyüyen adımlar atar.

Yaratıcı düşünmeye başlayan kişi önce küçük bir şey fark eder. Bu sayede bilinen düşüncenin veya çözüm yönteminin yanına küçük bir iki yenilik ekler. Onun devamında ise küçük yenilikler yerini büyük bir yeniliğe bırakır. Büyük yenilik kabul görür ve sonrasında öncekinden farklı yeni bir kavram ortaya çıkar. Yeni kavram da beraberinde buluş getirir.

Şunu unutmamalısınız; Hiçbir şey yoktan var olmaz. Hiçbir fikir de yokluktan türemez. Her fikir başka bir fikirden kök alır, her öneri başka bir önerinin kuluçkasından çıkar. Bunun için verilen klasik örnek telefondur. İlk önce duvara asılan ilk telefonlar vardı. Onu masaya konulan analog telefonlar takip etti. Devamında tuşlu telefon çıktı. Kısa süre sonra telsiz telefonlar piyasaya verildi. Telsiz telefonları cep telefonu izledi. Şimdi ise akıllı telefonlar var…

Yaratıcı düşünme için buna uygun düşünce iklimi de gereklidir. Hayatı öldürücü bir kısır döngüye çevirirseniz, ezberciliğe dayalı bir hayat sürerseniz, yaratıcı düşünme konusunda sorun yaşarsınız.

Kendinizi günlük, yoğun, bunaltıcı, üzücü ve gürültülü hayatın dışına çıkarın. Mümkün olduğunca kendi başınıza kalın. Unutmayın, televizyon seyrederken kendi başınıza olmazsınız. Olabildiğince doğayla bütünleşin. Günlerinizi birbirinden farklılaştırın.

Esnek düşünebilmek önemlidir. Katı ve kuralcı olmayın. Kalıplarla hareket etmeyin. Özgüvenli ve ısrarcı olun. Detayları fark edebilmelisiniz, ama asla ve asla detaylara saplanıp zihinsel patinaj yapmayın. Fark ettiğiniz detayları başarıyla kullanın, ama işi “detay fetişizmine” ve takıntıya çevirmeyin.

Bundan başka yaratıcı düşüncede daima eksikliklerle mücadele vardır. Örneğin zaman ya da malzeme noksanlığı gibi… Ayrıca hızlı çözüm ve her zaman yedek plan gereği vardır. Yaratıcı düşünmede yardımcı olan bazı “olumsuz huylar” vardır…

Bu olumsuz huylar sizin yaratıcı düşünce yeteneğinizi geliştirmenize yardımcı olur. Bunların başında inatçılık ve ısrarcılık gelir. Mutlaka büyük merak şarttır. Bir ölçüde de tatminsizlik ve tedirginlik gereklidir.

Eğer yaratıcı düşünmenin gerektiği konuda halinizden memnunsanız, hiçbir çabaya girmezsiniz. Fakat bu konuda bir tatminsizliğiniz varsa ve sizi tedirgin ediyorsa, bir arayışa yönelirsiniz. O arayışta başarılı olabilmeniz için meraklı ve inatçı olmanız lazım. Sonuç almak ise zaten ısrarlı olmakla mümkün…

Eğer başarı konusunda iyimserseniz, açık fikirliyseniz, yani önyargılarla yaşamıyorsanız, deneycilik –tekrar tekrar denemek- sizi sonuca ulaştırır.

Bir şey okurken, ben bunu nasıl yazardım diye sorun. Bir duvarın boyandığını görüyorsanız, boyanana, duvara, boyaya kafa yorun. Bir başkalık tespit etmeye çalışın.

Yaratıcı düşünme size günlük rutininizde ve iş yerinizde lazım olmayabilir, ama daha güzel ve daha iyi bir hayat yaşamak için yaratıcı düşünmelisiniz. Bunun bir sebebi var. Genrikh Altschuller adında çok akıllı bir adam demiş ki;

“Hayat sorunlar üzerine kuruludur. Karşılaştığınız herhangi bir soruna karşılık geliştirdiğiniz çözümün gerçekten çözüm olduğuna inanıyorsanız yanılıyorsunuz. Çünkü her çözüm kendi sorununu yaratır. Bu da sizi kısır döngünün içine sokar ve çözümsüzlüğe götürür. Oysa aksiyon sorun karşısındaki reaksiyon sorunu tahmin edebilirseniz çözümü ona göre hazırlayabilirsiniz.”

Yeni düşüncenin size birtakım avantajları sunması gerekir. Örneğin hedefinize giden kısa yol olmalıdır. Size zamandan tasarruf sağlamalıdır. Ama aynı zamanda riski de düşürmek zorundadır. Buna ucuzluk ve uzun ömür de eklenebilir. Bu avantajları birer filtre olarak da tasavvur edebilirsiniz. Konu ister bozuk musluk olsun isterse yazdığınız hikâyedeki karakterin ABD’ye gitmek için hangi tür ulaşımı seçeceği… mantığı aynıdır.

Bir “fikirler dizisi” meydana getirirsiniz. Hepsini alt alta yazın. Bunlar sorunun çözülmesine yönelik çözüm çeşitleridir. Bu diziyi yukarıdaki filtrelerden süzdürürsünüz… Elinizde kalan fikir için son bir test yaparsınız;

Memnun oldunuz mu?

Bakınız, yaratıcı düşünmenin püf noktasını gözden kaçırmayınız; Bir yenilik ve bir fayda üretmelidir. Bir amaca yönelik olması da şarttır.

Yaratıcı düşünmede işe yarayan yöntemleri başında “tersini ve karşıtını düşünmek” vardır. Bu sayede mantıksal çıkarımlar ve isabetli seçimler yapabilirsiniz. Genellikle dört basamaklı sistem kullanılır. Yaratıcı düşünme sürecinin basamakları “hazırlık evresi”, “kuluçka evresi”, “buluş evresi” ve “geliştirme evresidir”.

Birinci evrede sorun tespit edilir. Araştırma yapılır. Veriler toplanır. Gerek duyulan yenilik tespit edilir.

İkinci evrede yenilik düşüncesi beyinde yerini alır. Kişi sorundan uzaklaşır ve bir bakıma yenilik düşüncesinin beyninde kendiliğinden gelişmesi için ona zaman verir.

Üçüncü evrede kişi yeniden soruna döner ve üzerinde çalışmaya başlar. Yaptığı araştırmalarda elde ettiği verilerden düşünce üretmeye ve bu sayede hedeflediği yeniliği, çözümü elde etmeye gayret eder. Amacına ulaşır.

Dördüncü evrede ise söz konusu yeniliğin detayları, işlevselliği, maliyeti, ömrü ve nasıl gerçekleştirileceği masaya yatırılır. Eksiklikler giderilir.

Hemen her toplumda, her 500 bin kişiye 1 dâhi düştüğü varsayılır. Sizin o dâhilerden birisi olup olmadığınızı bilmiyorum. Ama yaratıcı düşünce için dahi olmak gerekmiyor. O ünlü sözdeki gibi “dün dünde kaldı cancağızım, bugün yeni bir şeyler söylemek lazım”.

Anahtar; Eleştirel düşünmek…

Yaratıcı yazarlık için yaratıcı düşünmek lazım. Ama yaratıcı düşünmek nasıl mümkün olacak? Onun için de eleştirel düşünmek gerekli…

Kişinin okur olması için en önce okuryazarlık becerisini sürekli bir alışkanlık haline getirmesi gerekir. Bunu yapan kişi ayrıca, okuduklarına eleştirel şekilde yaklaşabilmeli, incelemeci bir yaklaşımla okuduklarının alt anlamlarını görebilmelidir. Yani okuduklarını özgürce kendi vicdanından geçirip, bağımsızca değerlendirebilmelidir.

Özellikle “medya” söz konusu olduğunda, kimsenin kendisini sizin aklınızın muhafızı, evinizin RTÜK’ü olmasına müsaade etmeyin. Eğer birisi size bir şey söylüyorsa, bilin ki, bunun bir nedeni vardır. Asla yönlendirmeye açık olmayın. Size her kim ne derse desin, kendi mantık ve vicdan süzgecinizden geçirin.

Bir olayı okuduğunuz yer, gazete veya internet, duyduğunuz ortam, televizyon veya aile sohbeti, onun doğru olduğu anlamına gelmez. Şayet o olayı önemsiyorsanız, zahmet edin ve araştırın.

Her zaman soru sorun. En güzel soru “neden” sözcüğünden ibarettir. Size sunulan her ne ise, “neden” diye sorun. Size bildirilenin “neden” size bildirildiğini düşünün. Size bildirilen içeriğin “neden” olduğunu soruşturun. Bunu size iletenlerin “neden” ilettiğini araştırın. Kendinize okuduklarınız ve duyduklarınız için şunu sormayı unutmayın, “neden şimdi?”.

Facebook, Twitter veya Instagram gibi mecralar “güvenilir haber kaynağı” değildir. Bir iddianın sosyal medyada yer alması, onun doğruluğunu teyit etmez. Hatta tam aksine daha büyük şüphe ile bakmanızı gerektirir.

Her duyduğunuzu doğru zannetmeyin. Bir hususu herkesin doğru olduğunu düşünmesi, onu doğru kılmaz. Hatta okulda öğretilmiş olması da onun doğru olduğu anlamına gelmez. Örneğin “uçaktan beraber atılan bir kilo demir ile bir kilo pamuk yere aynı sürede düşer” iddiası da hem yalan hem saçmadır. Ama okulda öyle öğrettiler.

Çin Seddi’nin Ay’dan bakıldığında görüldüğü de iddia edildi. Hepimiz bunu gerçek sandık. Bu iddia da gerçek dışıydı. Tıpkı terli terli su içince hasta olursunuz diye yalan söylendiği gibi veya balığın yanında yoğurt yemenin zehirlenmeye yol açtığı gibi aptalca yalanlar da var.

Gökkuşağı kaç renktir? Yedi diyeceksiniz. Ama bir daha gökkuşağı çıktığında dikkatli bakın veya internetteki gökkuşağı görüntülerini açın ve lütfen bir kez bakın. Gökkuşağında kesintisiz bir renk spektrumu vardır, hepsi bu.

Kelebeklerin de ömrü bir gün değildir, balıkların da hafızası birkaç saniye değildir. Amerika’yı bulan kâşif de Kristof Kolomb değildir, Amerika’ya adını veren de İtalyan haritacı ve tüccar Amerigo Vespucci’den değildir.


Çok şeker yiyen şeker hastası olmadığı gibi, C vitamini de soğuk algınlığını iyileştirmiyor. Ispanağın insanı güçlendirdiği de yemek yanında su içilmeyeceği de uydurmadır. Bunun gibi daha yüzlerce yanlış bilgi zihnimizi işgal ediyor. Buna izin vermemeliyiz. O nedenle bize bir şey söylendiğinde, “neden” diye sormalıyız. “Neden öyle olmuş?”, “Neden bana söyleniyor?” ve “Neden şimdi?”.

Ayrıca bir yazar daima okuduğu her metine eleştirel bakmakla yükümlüdür. Çünkü bu sayede okuduğu yazıların “gizli” ve “örtük” anlamlarını, “alt metinlerini” tespit edebilir. Yazarlık yanına eleştirel düşünme eklendiğinde daha güçlü hale gelir.

Eleştirel düşünme yeteneğimiz geliştiğinde düşünme becerilerimiz de gelişir. Bu sayede zihinsel gücümüz, kademeli olarak sırasıyla temel işlemler, problem çözme, karar verme, eleştirel düşünme ve yaratıcı düşünme aşamalarını erişir.

Eleştirel düşünmeye başlayan kişi, ifadeleri çözümlemeyi öğrenir. Bunun yanı sıra ifade edilmemiş düşüncelerin farkına varmaya başlar.  Dolayısıyla önyargıların farkına varır ve düşüncelerin farklı ifade edilişlerinin arkasındaki etkenleri ve etmenleri tespit eder.

Eleştirel düşünme genel olarak; Ne yapılacağına ve neye inanılacağına karar vermeye odaklı mantıklı ve yansıtıcı düşünmedir. Eleştirel düşünme içerisinde bir yazarın ihtiyacı olan hemen her şey vardır;

“Yorum, analiz, değerlendirme ve çıkarımlar, ayrıca delillerin, kavramların, yöntemlerin, ölçütlerin ve bağlamların nedenlerinin açıklanması için yargıda bulunma ve karar verme”

Eleştirel düşünme sürecinde birey hem kendi düşünce ve fikirlerini hem de başkalarının düşünce ve fikirlerini daha iyi anlama çabasında olur.  Eleştirel düşünme sürecinde bilgi edinme, inceleme ve sorgulama vardır.

Eleştirel düşünmeyi alışkanlık haline getirenler araştıran, meraklı, sorgulayan, iyi donanımlı, açık fikirli, esnek, dürüst, kişisel ön yargılardan arınmış, temkinli, karışık konularda sistematik davranabilen, kritik seçimlerde makul, sonuçları aramada inatçı/hırslı kişilerdir.

Eleştirel düşünenler açık fikirlidir, alternatiflerin olabileceğini düşünürler ve her zaman açık bir kapı bırakırlar. Onlar sürekli değişime, karşı değerlendirmelerin gerekliliğine ve alternatif çözümlerin olabileceğine inanırlar. Çünkü söylenenlerle yetinmezler, ispatını ararlar.

Her şeyi sorgulayın!…

Eğer yazar olacaksanız, her şeye sorgulayarak bakmak zorundasınız. Hayatta tek bir doğru yoktur. Hiçbir varlık veya kavram tek başına değildir. Söylenen her söz, yazılan her sözcük ispat edilmelidir. Size birisi bir şey iddia ederse, ispatını talep edin. Olmadı, siz kendiniz kontrol edin.

Her zaman soru sorun. Süslü sözlerin çoğu palavradır. Büyük iddia içeren sözlerin çoğu uydurmadır. Unutmayın, çok laf yalansız olmaz.

En güzel aşk şarkılarını dinliyorsunuz. Aşkı şarkılardaki gibi sanıyorsunuz. Sonra bir de kalkıp, aşkınızı şarkılardaki gibi yaşamaya çalışıyorsunuz. Aldanıyorsunuz. Kandırılıyorsunuz. Ama maalesef siz bunu bilmiyorsunuz. Ya da kandırılmak işinize geliyor.

Dünyanın diplomatik metinlerdeki gibi olduğunu düşünüyorsunuz. Şafak saatlerinde imzalanan ve şampanyalı sabah kahvaltılarında kutlanan uluslararası anlaşmaların geçerli olduğunu ve dünyaya nizam verdiğini sanıyorsunuz. Sahi nerede Saddam’ın kitle imha silahları?

Şaşırmamak lâzım, siz aşkın da şarkılardaki gibi olduğunu düşünüyorsunuz. Siz neden her şeye inanıyorsunuz? Mecbur musunuz? Acaba kandırılmaktan hoşlanıyor musunuz?  Siz neden aşkınızı şarkılarda geçen sözlerle yaşıyorsunuz ve siz neden dünyayı anlaşmalarda geçen deyim ve tabirlerle algılıyorsunuz?

Bana “gri kaldırımların cam kırığı ıstırabını yüreğe basarak, yârin kömür karası zülüflerini, serin rüzgârda, bir ceylanın su içişi gibi hissetmeyi” gösterebilir misiniz? Gösteremezsiniz.

Siz neden aşklarınızı kendi kelimelerinizle yaşamıyorsunuz? Kendi kelimeleriniz yok mu?

Pekiyi siz, “tam üyelik için müzakerelerin başlaması için belirlenecek müzakere tarihinin saptanması için tarih verilmesini” tarif edebilir misiniz? Geçiniz!

Siz neden dünyayı kendi kelimelerinizle algılamıyorsunuz? Kendi kelimeleriniz yok mu?

Bir güçlüğünüz mü var? Kıbrıs için bir dönem çokça telâffuz edilen “bakire doğumun” resmini yapabilir misiniz? Ya da “uluslararası toplumu” gösterebilir misiniz?

Neden gösteremezsiniz? Bunların olduğuna inanıyorsunuz ama. Tıpkı “uçan turnaların yârinize selâm götüreceğine” inandığınız gibi…

Siz hiç kendinizden geçerek dinlediğiniz şarkılarda ve türkülerdeki “kar yangınını” gördünüz mü? Veya “sarı saçlarını göğsüme bağladım, çözemedim çözülmüyor Mihriban’da” bahsi geçen Mihriban’ı?

Aklınızdan hiç “adam Mihriban’ın saçlarını niye ve nasıl göğsüne bağlıyor, sonra da neden çözemiyor” geçti mi? Geçmez tabii. Zaten sizin aklınızdan “hiç kimsenin yağmurun bile böyle küçük elleri yoktur” mısraı için “nasıl yani” sorusu da geçmemiştir, ne de “Irak nasıl özgürleştiriliyor” sorusu da.

Ama âşık olduğunuzda içinizde “kor kor alevlerin yandığını” hissedersiniz, şarkı öyle diyor ya. Yeri geldiğinde “sınırların değişmezliği prensibine de” inanırsınız, “gülün solan yaprağı” için, gönlünüze dolan hazan” için ve “harap olan bir ömür” için bütün suçu “Leyla’ya” çıkardığınız gibi.

Siz ki “kalbinizin işine son verirsiniz” ve siz, siz “acılarınıza tutunursunuz” ve muhakkak “kar tanelerinin başınızın üzerinde alıcı kuşlar gibi dönüp durduğuna” inanırsınız, elbette “ulusların kendi geleceğini tayin hakkına” da “egemenlik devrine” de itiraz etmeyeceksiniz.

“Namelerin feryadını” ve “kalbinizin isyanını” duyuyorsunuz da “Hiroşima’ya atom bombasının atılmasının” gerekçesi olarak, neden “savaşın uzun sürdüğüne” inanıyorsunuz.

“Batan gün kana benziyor, yaralı cana benziyor” da Abu Garip’te, Felluce’de, Necef’te ve Suriye’de olanlar sizce, sadece habere mi benziyor?

“Bülbülün güle sevdalanabildiğine” de, “yârin kirpiklerinin ok ok sineye battığına” da itirazınız yok, olmayabilir, ama sizin neden hiçbir şeye itirazınız yok? Mecbur musunuz?

Loş gecelerin, dumanlı vaktinde masa üstünde “sürünüyorum” nameleriyle göbek atmak da sizin işiniz, “domdom kurşunu” eşliğinde göbek tokuşturup gerdan kırmak da öyle, değil mi? Siz hiç bunların sözlerine dikkat ettiniz mi? Yoksa maalesef kandırıldınız mı? Niye?

Sorgulayın. İspatı olmayan hiçbir şeye inanmayın…

Örneğin şunu düşünmelisiniz; ben neden bu kadar borçluyum? Evimdeki eşyalarımın ne kadarını kullanıyorum? Bunu şunun için sormalısınız; siz yazarsınız ve dünyanın ve hayatın gerçeğini anlamaya en yakın siz olmalısınız…

Okumalı, ama nasıl okumalı?

Herkes yazar olabilir, ama sadece çok okuyanlar ve planlı okuyanlar diğerlerinden daha iyi yazar olabilir. O nedenle size tavsiyem çok okumanızdır. Her şeyi okuyun. Elinize geçen ne varsa okuyun. En iyi yazar en çok okuyandır. Bol bol okuyun. Magazin gazetesinden marketlerin tanıtım broşürlerine, Rus klasiklerinden yerel gazetelere kadar. Sizi neyin nerede beklediğini bilemezsiniz.

Bir yerel gazetedeki küçük bir ilan size bir fikir verebilir. Piyasaya çıkan bir ürün sizin için başka bir yazının konusu olabilir. Cinayet haberlerinden yemek tariflerine kadar, elinize geçen her şeyi okuyun. Neye nerede ihtiyaç duyacağınızı bilemezsiniz. Son derecede önemsiz görünen bir satır yazıdan aklınızda kalan, gün gelir koskoca bir romanı kurtarır. Ummadığınız sürprizlerle karşılaşırsınız. Ayrıca edebi eserler ve uzmanlaşmak istediğiniz branştaki yazılar zaten sizin aklınız, zihniniz, kaleminiz ve gönlünüz için iyidir.

Yazar olmak için okuryazarlık yeterli değildir. Yazar olmak ancak çok iyi bir okuyucu olmakla mümkün olabilir. İyi okuyuculuğun ölçütü günde yüz veya iki yüz sayfa okumak değildir. Kaç kitap bitirdiğinizin de bir önemi yoktur. Burada konu yöntem konusudur.

Öncelikle okumalarınız için nedenlerinizi doğru tespit etmelisiniz. Üç temel nedeniniz var. Bunları birer kategori olarak da kabul etmelisiniz.

Birincisi düşünme-yazma süreçlerinizi geliştirmek. Burada işin içine doğal olarak yazarlık giriyor. Yazarlık hakkında yazılanları, yazı türlerine ilişkin incelemeleri, araştırmaları, eleştirileri elde edin ve mutlaka okuyun. Elinizden geldiği ölçüde tek yönlü okumayın. Eğer bir konuda birbirine zıt değerlendirmeler varsa, her ikisini de okuyun. Asla hemfikir olmadığınız, kesinlikle görüşlerine katılmadığınız ve hiç beğenmediğiniz yazarları ise mutlaka okuyun.

İkincisi yazınızın konusu hakkında yaptığınız araştırma olmalı. Örneğin sizin yazınızda bir karakterin sağlık sorunu varsa, o konuda çokça okumalısınız. Şayet o karakter bir zanaatla uğraşıyorsa, o zanaat hakkında da bol bol okumalısınız. Bu arada sizin yazmaya niyetlendiğiniz konuda yazılmış kitapları da okumalısınız… Bu sizi onların kopyası, taklidi ve tekrarı olmaktan da korur.

Üçüncüsü sevdiğiniz kitapları da okumalısınız. Bu sayede hayatınız güzelleşir, ayrıca yüreğiniz ve zihniniz de gelişir. Gördüğünüz gibi yazmak bir yazarın işinin en az vakit alan kısmıdır.

Yazar kimdir?

Bu konuda hemen herkesin çok süslü ve çok renkli tanımlamaları olabilir. Ama gerçek şudur; Yazdığı yazıyla para kazanan, kitap yazıp satan kişi yazardır. Eğer bir mesleğe sahipseniz, elbette bu mesleğin gereklerini de yerine getirmeniz gerekir. Yazar olmak için her şeyden önce yazmanız gerekir…

Her şey yazarak başlar. Bilgisayarla yazın, daktilo ile yazın, kalemle yazın, telefonunuza notlar alın. İsterseniz Android, isterseniz Apple, isterseniz kurşun kalem. Her ne ile olursa olsun, her nereye olursa olsun, yazın. Mutlaka yazın. Aklınızda olanlar sizi yazar yapmaz. Ama yazdıklarınız sizi yazar yapar.

İnanın kullanacağınız bilgisayarın markasının veya kullandığınız yazılımın adının hiçbir önemi yok. Hem de zerrece yok. Eski veya yeni olması da hiç önemli değil. Yeter ki yazın, nasıl yazarsanız yazın. İyi bir yazar aklına değil, not defterine güvenir. Her zaman not alın. Cebinizde, çantanızda, arabanızda, hatta yatak odasında başucunuzda not defteriniz olsun. Aklınıza gelen her şeyi hemen not alın. Güzel bir söz, dikkat çekici bir sözcük, duyduğunuz bir tuhaflık veya bir espri. Hepsinin mutlaka bir yeri ve zamanı vardır. Mutlaka o yere gidersiniz ve o zaman da gelir. Unutmayın söz uçar, yazı kalır.

Eğer yazar olma iddiasına sahipseniz, çok iyi Türkçe konuşmanız ve Türkçe yazmanız gerekir. Hiçbir yazar bundan azade değildir. Türkçeye hâkim olmayan hiç kimse yazar olamaz. En ufak şüphe duyduğunuzda sözlük kullanın. Her zaman Türkçenin yapısına, mantığına, ruhuna ve yazım kurallarına saygı gösterin. Küçük bir hatırlatma; hiç kimse “benim tarzım böyle” diyerek, dilbilgisi kurallarını değiştiremez. Bunu şöyle düşünün; “Benim tarzım böyle” diyerek otoyolda ters yönden gidebiliyor musunuz? Elbette bir tarzınız vardır ama o tarz sizin nefesiniz olan Türkçe ile uyumlu olmalıdır.

Süreç içerisinde Türkçenizin sürekli geliştiğini görecek ve şaşıracaksınız. Gerçekten de sürekli yeni sözler öğreneceksiniz. Daha önce önemsemediğiniz birtakım dilbilgisi kurallarının ne derecede önemli olduğuna tanık olacaksınız. Yazdıkça ve okudukça sürekli gelişeceksiniz. Özellikle ilk kitabınızdan sonra, kendinizi tarttığınızda değişim karşısında hayret edeceksiniz. Ama bunun için mutlaka ve mutlaka güzel yazılmış ve değeri kanıtlanmış edebi eserleri okumanız lazım. Aynı zamanda da kesinlikle sözlük kullanmalısınız. Bir sözcüğün yazımı veya anlamı konusunda kararsızlık duyduğunuzda hiç çekinmeyin, hemen sözlüğe bakın. Sözlük okumak bile başı başına dilinize hakimiyetinizi artırır. Çok zorlayıcı olmak istemem, ama şunu bilmenizde fayda var; eğer siz yazınızda veya oyununuzda, bir sözcüğü veya kalıbı yanlış veya kötü kullanırsanız, ondan faydalanacak olanların dil bilgisine de doğrudan zarar verirsiniz…

Bir ulusun tersaneleri yıkılsa, fabrikaları yakılsa, kışlaları, parkları, köprüleri, çeşmeleri, her neyi varsa, hepsi yerle bir edilse, hiçbir önemi yok, eskisinden daha iyisi yapılır. Ama bir ulusun dili tahrip edilirse, emin olun, bir ulus dili yozlaştığı gün ölür…

Dil konusunda -şimdilik- son bir söz; Dil konusunda hiçbir anlamda yobazlık yapmayın. Kullanılan, yaşayan sözlerin hepsi bu dilin varlığıdır. Sözler arasında hele ki ideolojik ayrım yapmayan. Pekâlâ aynı yazıda hem “anlam” hem de “mana” denilebilir. Yeri geldiğinde “sözcük” yeri geldiğinde “kelime” daha iyi olur. Birini kullanan, diğerini kullanamaz demek yobazlıktır. Sözlerin hepsi, hep beraber bu dile can veriyor.

Yazar olmak için şunlar vazgeçilmezdir, olmazsa olmazdır, hatta şarttır;

• Türkçeyi doğru, güzel ve etkili kullanma,

• Eleştirel düşünme,

• Yaratıcı düşünme,

• İletişim bilgisi,

• Sorun çözme,

• Araştırmacılık,

• Bilgi teknolojilerini kullanma,

• Girişimcilik,

• Analiz-sentez, karar verme,

• Metinler arası okuma,

• Kişisel ve sosyal değerlere önem verme.

Yazar olmak nedir?

Yazar olmanın nasıl bir şey olduğu sorusuna ancak kendi öznel değerlendirmelerimi paylaşarak cevap verebilirim. Herkesin kendi cevabı vardır ve bu cevaplar birbirinden farklı olabilir. Asla doğru veya yanlış yoktur. İyi veya kötü de yoktur. Sadece olan vardır.

Kütüphanelerce kitabın olduğu bir evde büyüdüm. Ben ilkokulda okul gazetesindeydim. Ortaokulda da öyle. Lisede de. Zaten basın yayın yüksek okulunu kazandım. Her zaman tarihe ve arkeolojiye çok meraklıydım.  Kendi evim de olduğunda benim için en önemli kısmı çalışma odasıydı. Gazetecilik yaptığım dönemde de işim gereği her zaman çok yazdım ve çok okudum.

Ne zaman canım sıkılsa, bir şeyler yapmak istesem ekranda yeni bir sayfa açıp, serbest zihin akışıyla yazılar yazdım. Bazen öylesine, bazen de ciddi ciddi. Mizah yazılar da yazdım, çok ciddi stratejik analizler de. İki şey benim hayatımı derinden etkiledi. Birincisi kitap yazmak ve ikincisi de maraton koşmak. İkisinde de sihir olduğunu gördüm. Ünlü bir atlet demişti ki, koşmayı seviyorsan üç kilometre koş, çok seviyorsan beş kilometre koş, ama hayatını değiştirmek istiyorsan maraton koş.

Aynı şekilde, insana sahte sınırlarına ve zihinsel blokajlarına takılıp kalmaması için kitap da yazması lazım. Yazmak insanın kendisini yeniden üretmesidir. Yazmak insanın kendisini gerçekleştirmesidir. Yüzleşmesidir, kendisiyle kavgasıdır. Ayrıca hayatla kavgasıdır, dünyayla kavgasıdır. Hatta her kitap, yazarın bu kavgasının bir raundudur. Her kitap o savaşın bir muharebesidir.

Yaratma mesleği yazarlıktır. Yazarın beyni bir düş fabrikasıdır. Zihinsel tasarım merkezidir. Her yazılan yazı, binlerce kıvrıma sahip bu muazzam mikro kozmosun ürünüdür. O beyin makro kozmosun yapı taşıdır.

Yazarın sevdiği harfler vardır, hoşlandığı sözcükler vardır. Onu mutlu eden sözler ve deyişler vardır. Yazar yazdıklarını kendi içinde yaşar. Yazar okuduklarını da aynı şekilde yaşar. Bazen yazar tek başına olduğunda dahi oda onun için çok kalabalıktır. Yazar yazarlık sayesinde yabancı hayatlara dokunur, yabancı yüzlere dokunur. Dünyayı, şehirleri kuş uçuşu görür. Hayatın kıyısında, alemlerin kapısında, okyanusların kenarında sessiz bir derviş gibi oturur, bekler ve gözlemler.

Kitabın bitmesi için uğraşmak çiledir. Basılmasını veya yayınlanmasını beklemek doğum sancısı gibidir. Yayınlandığını görmek için adeta bir doğumdur. Okuyucularla buluşmak eşsizdir. İmza günü rüya gibidir. Zaten sihir olan yazarlık yeni ve farklı bir hayata başlamak demektir.

Hayatı farklı bir pencereden izlemeye başlarsınız. Daha detaycı ve daha özenli olursunuz. Daha neşeli bir insan haline gelirsiniz. Yazmak sizi daha iyi bir insan yapar. Her şeyin mümkün olduğunu bilen ve günün her anını üretmekle geçirmek isteyen bir insan olursunuz.

Yazmak başlı başına bir mutluluktur.


Yazar olunmaz, yazar doğulur (?)

Eğer size birisi böyle bir iddia ile gelirse ciddiye almayın. Gazetecilik hayatım boyunca meslekte eski olanlar bana “gazeteci olunmaz, gazeteci doğulur” dediler. Ben de daima itiraz ettim, “hayır” dedim, “mesleğin eğitimini alıp, bu meslekten para kazananlar gazeteci olur”.  Şaşırtıcı olmayan biçimde aynısını yazarlık için de söylüyorlar. Bildiğim kadarıyla gazeteciliğin ve yazarlığın DNA sarmalında herhangi bir tespiti yok. Ayrıca bu mesleklerin kan grubuyla veya başka bir biyolojik özellikle de ilişkisi yok.

Bu iddialar boş iddialar. Bu iddialarla basılan havalar da “beleşten” havalar. İhtimaldir, gerekli herhangi bir eğitim almadan bu mesleklere mensup olanlar, kendileriyle eğitim almış olanlar arasında dengeyi bu şekilde sağlamışlar. Boş verin.

Sizin kendinize sormanız gereken soru başka; “Acaba yazarlık atölyede öğrenilir mi?” Bu sorunun cevabı gerçekten çok önemli. Bu soru kadar önemli bir soru daha var; “Acaba eğitim kitabıyla yazarlık öğrenilebilir mi?”

Her iki sorunun da cevabı nettir; Yaratıcı yazarlık atölyeleri ve bu konuda yazılan kitaplar size temel ve ileri seviye bilgileri aktarır. Ayrıca size uygulamalar konusunda destek sağlar. Ama atölyeler yazar üretme fabrikası değildir. Kitapları okuyan herkes de Neruda veya Aziz Nesin olmaz. Eğer beklenti buysa, sonu facia olur. Nasıl üniversitelerde radyo, televizyon ve sinema bölümü herkes Steven Spielberg veya Çağan Irmak olmuyorsa, her atölyede herkes de aynı yetkinliğe erişemeyebilir.

Ama siz yazar olmak istiyorsanız ve atölyelerle kitapların size sağlayacağı fayda ile olduğunuzdan daha iyisini olmayı umuyorsanız, kesinlikle yararını görürsünüz. Ama “30 günde yazar ol” gibi kitaplar çok fazla iddialı. Kuşkusuz herkes aynı derecede hazırlıklı, yetkin ve yatkın değildir. O nedenle kimi daha çok çabalarken, kimi daha az çaba ile sonuca ulaşabilir.

ABD ve Avrupa’da yaratıcı yazarlık atölyeleri bir hayli fazla ve gerçekten de yazar olmayı amaçlayan pek çok kişi, daha sonra yayınlanan kitaplarıyla ve elde ettikleri şöhretle, gittikleri atölyenin ve okudukları kitabın faydasını gördüklerini ispat ediyorlar.

Yazarlık her meslek gibi öğrenilen bir meslektir. Kimi bu mesleği daha başarılı icra eder, kiminin ise daha fazla zamana ve şansa ihtiyacı vardır.

Eğer yazarlık için tek ihtiyacın “ilham perisi” olduğunu düşünenlerdenseniz, gerçekten de atölyelerden ve kitaplardan faydalanamazsınız. Ama her şey “içsel deneyimle” sonuca varmaz. Elbette kişisel çaba esastır. Atölyeler ve kitaplar da nihayetinde söz konusu çabaya gerekli katkıyı sağlar…

Ne anlattığınız kadar, nasıl anlattığınız da önemli…          

Elinizde çok iyi bir fikir olabilir. Belki de harika bir mesajınız var. Nefis bir taslak hazırladınız ve sizin için her şeyin çok güzel olacağını hissediyorsunuz. Çünkü “anlatacağınız” hikâye çok iyi. Ama bu yetmez!

Siz iyi bir fikir ve güzel bir hikâye ile işin sadece yüzde ellisini sağlamışsınız. Bu işin yüzde ellisi “ne anlatacağınız” ise, yüzde ellisi de “nasıl anlatacağınızdır”.

Birkaç örnek size faydalı olur. Diyelim ki, ben bir şiir yazdım. Bu şiiri de çok sevdim ve kitlelere duyurmak istiyorum. Şiir şöyle;

“Ne güzel şeydir güneşli bir gün

Fırtınadan sonraki temiz hava

Temiz hava günü kutlamaya çevirir

Ne güzel şeydir güneşli bir gün

Ama başka bir güneş daha vardır, o daha da güzeldir

O benim güneşimdir, karşımdadır

Benim güneşim, benim güneşim

Karşımdadır, karşımdadır

Çamaşır asarken şarkı söylersin gururla

Suyunu sıkar, silkeler ve şarkı söylersin

Pencerenden bir ışık çıkar

Gece olup güneş battığında

Bir hüzün yakalar beni anında

Ve senin pencerene bakar dururum

Gece olup güneş battığında”

Sizce bu şiir beni dünya çapında şöhrete kavuşturur mu? Zengin de olur muyum? “Çoook zor” dediğinizi duyar gibiyim. Lafı uzatmayalım; Bu şiir bir İtalyan şiiridir. Dünya bu şiiri Luciano Pavarotti’nin muazzam yorumuyla tanıdı; Orijinal adı “O Sole Mio”.

Dediğim gibi; Güçlü beste, güçlü yorum ve iyi pazarlama kesin bir başarı sağlamış. Bu şiir başka şartlar altında farklı sonuçlar elde ederdi. Pek çok müthiş eser de çekmecelerde tozlanır. Sayısız harika fikrin macerası da kötü işlendiği için çöp kutusunda sonlanır.

Şarkılardan devam edelim. 80’lerin keyifli romantik ve renkli şarkıları vardır.  Bunlardan bir tanesi de “L’Italiano” adlı eserdir. Bu eser daha çok “La sciatemi Cantare” olarak tanınır. Hem bütün dünya hem de Türkiye bu şarkıyla yıllarca sallandı. Telaffuzu “laşatemi kantare” olan bu şarkıyı, sakinliği ile dikkat çeken ve kimsede olmayan boğuk sesiyle kalplerde taht kuran yakışıklı Toto Cotugno seslendirdi.

80’leri yaşayan herkes mutlaka bu şarkı ile romantik geceler yaşamıştır. Bu şarkı birçok aşk hikâyesinin fon müziğidir. Ahhh, aşk!

“Şarkı söyleyeyim elimde gitarla

Şarkı söyleyeyim tamamen İtalyan usulü

Günaydın İtalya: Dişinde spagetti

Ve Cumhurbaşkanı olarak bir partizan

Hep sağ elinin altında duran oto radyosu

Ve pencerede şakıyan bir kanaryayla

Günaydın İtalya

Çok fazla Amerikanlaşmış sanatçılarınla

Şarkılar, aşk ve yürekle

Daha çok kadın ve daha az rahibelerle

Günaydın İtalya

Günaydın Maria

Melankoli dolu gözlerinle

Günaydın Tanrım

Biliyorsun bir de ben varım

Şarkı söyleyeyim (size) elimde gitarla

Bir şarkı söyleyeyim yavaş yavaş

Şarkı söyleyeyim

Çünkü gururluyum

İtalyanım ben

Gerçek İtalyan

Günaydın korkusuz İtalya

Mentollü tras kremiyle

Mavi elbiseleriyle

Ve Pazar günleri televizyondaki filmleriyle

Günaydın İtalya: Kahvesi ufak

Ve yeni çoraplar üst çekmecede durur

Boyanmış bayrağıyla birlikte

Ve kaportadan indirilmiş altı yüzlükle

Günaydın İtalya

Günaydın Maria

Melankoli dolu gözlerinle

Günaydın Tanrım

Biliyorsun bir de ben varım

Şarkı söyleyeyim elimde gitarla

Bir şarkı söyleyeyim yavaş yavaş

Şarkı söyleyeyim

Çünkü gururluyum

İtalyanım ben

Gerçek İtalyan”

Acaba aşk bunun neresinde? Ama bize ne diye sunuldu; Aşk şarkısı diye! Tıpkı kansere yol açan ve ziraat ürünlerinin üzerindeki böcekleri zehirleyerek öldürmekte kullanılan DDT’nin “tarım ilacı” diye sunulması gibi. Tıpkı sözleri “sürünüyorum” olan şarkıda herkesin -bunun eğlence olduğu söylendiği için- masaların üzerine çıkıp göbek atması gibi…

Gelelim son örneğe…

80’li yılları yaşayanlar bu yazının doğrudan muhatabıdır. Kenarından köşesinden 80’li yıllar ile temas ettiyseniz bu yazıyı dikkatli okuyun. 60’lar, 70’ler güzeldi, 80’ler saçmaydı. Garip, rüküş kıyafetleri ve kötü esprileri ile pek fena yıllardı. Ama konu o değil. O yılları ıssız bir adada geçirmediyseniz, mutlaka “Jeanny” şarkısını bilirsiniz.

Jeanny’i herhalde dünyada birkaç milyar insanın sevgilisi ile “bizim şarkımız” seçmişti. O zamanlarda aşk, içinde Jeanny şarkısı olmazsa sayılmazdı. 80’lerde palazlanan çoğu civcivin ilk efkârında ve ilk sarhoşluğunda Jeanny vardı. Avusturyalı Falco’nun 1985’te dünyaya duyurduğu şarkı ile güldük, hüzünlendik, içtik, âşık olduk. Aşka başladık, aşkı bitirdik. Üzerimizde vatkalı çizgili ceketler, altımızda yarı şalvar kotlar, kötü bile denemeyecek saçlar ile sevgilimize sarılıp romantizm yaşadık. Bugün düşünüyorum, o çocuğa ben sarılmazdım.

1985’te bütün Avrupa’da chart listelerinde bir numaraya yerleşen bu şarkı romantizmin merkez noktasıydı. Hele bir de Almanca biliyorsanız, şarkının sözlerinin Türkçesini merak eden kızlar hep yakınınızdaydı. Güzel yıllardı… Ama bazen gözünüzün önünde olanın ne olduğunu, her bir satırını ezbere bildiğiniz bir sözün ne anlama geldiğini bilemezsiniz. Gördüğünüzü sanırsınız, ama sadece bakarsınız. Anladığınızı sanırsınız, ama sadece duyarsanız. Sizin duyduğunuz, size duyumsatılan, sizin duyduğunuzu ve duyumsadığınızı sandığınız olmayabilir.

Kitlesel -belki de küresel- hipnotizma böyle bir şeydir. Bu şarkının parlamasının üzerinden uzun yıllar geçti. 1985’ten 2009’a takvim sayfaları sayıldığında, geçen yıl sayısı 24. Bu 24 yıl aslında “nominal değer”. Yani kâğıdın üzerinde yazılı olan değer. Gerçekte ise daha uzun bir zaman geçti. İnsanların haberleşme için mektup yazdığı zamandan dijital çağa geldik. O şarkıyı dinlerken, onu kalpten severken ve onunla severken bilmiyorduk, Jeanny’nin hikâyesinin ne olduğunu dinlediğimiz, duyduğumuz ve duyumsadığımız olduğunu sanıyorduk. Meğer Jeanny iki âşık arasındaki hissiyatı neşretmiyormuş. Hatta şarkının içinde âşık da maşuk da yokmuş.

Şarkı bir sapığın tecavüz ettiği genç kıza olan hislerini anlatıyormuş…

Düştüğümüz hale bakın! Şu sözlere bir bakar mısınız?

“Jeanny gel, hadi gel… Lütfen ayağa kalk, çok ıslanacaksın… Geç oldu… Gel, buradan gitmemiz gerek… Ormandan dışarı, anlamıyorsun… Ayakkabın nerede, onu kaybettin… Sana yolu göstermek zorunda kaldığımda… Kim kaybetti? Sen mi kendini… Ben mi kendimi? ya da ya da birbirimizi mi?… Jeanny rüyalarda yaşamayı bırak… Jeanny hayat göründüğü gibi değil… Ne kadar da yalnız ve küçük bir kız soğuk, soğuk dünyada… Sana ihtiyacı olan biri var… Jeanny, rüyalarda yaşamayı bırak… Jeanny hayat göründüğü gibi değil… Gecenin içinde kaybolmuşsun, boğuşmak ve kavga etmek istemiyorsun… Sana ihtiyacı olan biri var bebeğim… Hava soğuk, buradan gitmemiz gerek, gel rujun silinmiş… Onu çiğnedin ve ben izledim… Dudaklarında çok fazla kırmızı var… Ve dedin ki, bana asılma… Ama maksadın görüldü… Gözler kelimelerden fazlasını anlatır… Bana gene de ihtiyacın var… Herkes beraber olduğumuzu biliyor… Bugünden itibaren… Şimdi onları duyuyorum… Geliyorlar… Seni almaya geliyorlar… Seni bulamayacaklar… Seni kimse bulamayacak… Sen benimlesin”…

” Şarkıda final bölümünden önce popüler Alman haber sunucusu Wilhelm Wieben’in sesi ile “son dönemde kayıp kişilerin sayısının dramatik biçimde arttığı” söylenir ve Jeanny için de “yeni bir trajik olay” denirdi. “Polis 19 yaşındaki bir kızın 14 gün önce kaybolmasında suç olasılığını ihtimal dışı görmüyor” deniliyordu. Daha ne olsun? Her şey bu kadar açıkmış aslında. Ama biz anlamamışız. Falco’nun bu romantik tecavüzcü şarkısını 1974’te yakalanan seri katil ve seri tecavüzcü Jack Unterweger’den esinlenerek yazdığı ortaya çıktı. Meğer Falco Jeanny ile Unterweger’i ölümsüzleştirmiş! Bizim nesil genel olarak övülmeyi pek hak etmez. Ama bu kadarını anlamamız icap ederdi.

80 gençliği de sevdiği Falco’yu takip ederek, onun sözlerini ve müziklerini -hatta bir ritüel gibi- tekrarlayarak ona yardım etmiş. Kim bilir, başka neler yaptık da hâlâ haberimiz yok! Gerçekten de şarkının video klibine bakınca bunların doğru olduğu anlaşılıyor. Klipte Falco, üzerinde deli gömleği ile bir hücrede ağlayarak şarkı söylüyor, halüsinasyonlar görüyor. Halüsinasyonlarda genç bir kız var. Muhtemelen kurban. Bizim haberimiz olmadı, ama o yıllarda kadın inisiyatifleri Avrupa’da gösteriler yapmış, boykotlar düzenlemiş. Almanya’da “Der Norddeutsche Rundfunk”, “der Sender Freies Berlin” ve “Bayerische Rundfunk” televizyonları bu şarkıyı “ahlaki nedenlerle” yayınlamamış.

Biz ise bize verileni kabullenip benimsemekle görevli gençlik, bu şarkıyı marş gibi ezberledik, söyledik. O şarkıcının bizden talebini yerine getirdik. Bunu yaptığımızı da bilmiyorduk, neden yaptığımızı da bilmediğimiz gibi. Bir kokainmanın seri katil ve seri tecavüzcüyü övmek ve öyküsünü ölümsüzleştirmek için yazdığı şarkı… Biz bu şarkıyı nasıl sevdik? Bize bu şarkıyı nasıl sevdirdiler? Bu iş başımıza toplu hipnotizmayla, sürüye ait olmakla geldi.

Sürüye ait olunca ve sürü de hipnotize olunca, siz de doğal olarak “standarda” uyuyorsunuz. O “standart” sizi kısa sürede seri katil için yazılan şarkının sevdalısı haline getirebiliyor…

Kıssadan hisse; eğer işinizi doğru yaparsanız, ilkokul şarkısı gibi şiir dünyanın sevgilisi olur. Hatta İtalya ile alay eden bir İtalyan şarkısı Türkiye’de hit olur. Yetmez, seri katil bir sapığın manyaklığını öven dizeler, sizin büyük aşkınızın alâmetifarikası olur.

En büyük gücünüz; Türkçe!

Anlaşmanın temelinde dil vardır. İletişim dil ile olur. Etkileşim dil sayesinde yaşanır. Dil bir milletin en büyük eseridir. O milletin durumunu ve gelişimini dilinin izlediği süreçlerden takip edebilirsiniz. Dil, insanlar arasında anlaşmayı sağlayan tabii bir vasıtadır. Aynı zamanda sözcüklerin sayesinde, söz dizileri sayesinde, kodlar sayesinde, o milleti bir araya getiren bireylerin anlayış, duyuş ve görüş sistemidir. Dil kendi içinde yaşayan ve gelişen canlı bir varlık gibidir.

Dil size hangi sözleri, kavramları sunuyorsa, yani size hangi kodları aktarıyorsa, siz o donanımla dünyayı anlar ve yorumlarsınız. O nedenle diliniz sizin kalenizdir. Diliniz sizin sarayınızdır. Dil onu konuşan milletin değerler dizisini içerir. Yani diliniz sizin vicdanınızdır.

Bu sebeple dilde yaşanan erozyon çok tehlikelidir. Fransızlar dilin bozulması için “beyaz soykırım” deyimini kullanırlar. Bunda çok haklıdırlar. Dil bozulunca, dil elden gidince, belki insanlar ölmez, ama o insanların hayatına anlam veren değerler katlolur.

Çünkü insanların konuşmak için diline ihtiyacı vardır. Eğer dilde tahribat olursa anlaşmak zorlaşır. Dilde kavram kargaşası varsa iletişim iflas eder. İnsanlar birbirine öfkeli, tepkili ve gergin olur. İnsanlar düşünmek için dile ihtiyaç duyarlar. Eğer dil eğitimi zayıfsa, eğer dil diğer dillerin baskısındaysa, o toplum kültürünü oluşturmakta ve yaşatmakta zorluklar yaşar. Bu şartlar altında zaten kültürel üretim ve kültür aktarımı zora girer.

İnsanı birey haline getiren dildir. Dil olmadan aile olmaz. Dili olmayan toplum olmaz. Güçlü ve zengin dili olmayan toplumlar uluslaşamaz. Dilsiz kültür yoktur. Uygarlık için dil gerekir.

Türkçe özgürlük demektir. Dil hem bir milletin hem de bir kişinin en büyük zenginliğidir. Hatta geleceğinin güvencede olmasıdır. Ben sıklıkla vurguladığım gibi, sözcükler arasında ayrım yapılmasını kabul etmiyorum. Bizim anladığımız sözcük bizimdir, bizim kullandığımız sözcük bize aittir. Eğer başka dillerle ortak sözlerimiz varsa, bu da güzeldir. İşi lütfen “ilk sarmayı kim sardı”, “baklava kimin yemeği” kavgasına çevirmeyelim.

Bir sözü kim kullanıyorsa, onundur. Bir yemeği kim yapıyorsa, onundur. Bir işi kim iyi yapıyorsa, onun hakkıdır. Siz sözcüklerin, yemeklerin ve kültürünüzün hakkını verin, daha da gerisini önemsemeyin.

Dil mutfak gibidir. Dilin de mutfak gibi faşizmi olmaz. Dil, kültür yobazlığı ve ideolojik kavga için en yanlış yerdir. Dilde meydana gelecek bozulma, kolay düzeltilemez. Herhangi bir dilin diğerine üstünlüğünü savunmuyorum, bunu iddia da etmiyorum. Zaten “benim şanım en yüce” yaklaşımlarını ve bu tür övünmeleri her zaman eleştirdim, eleştiririm. İnsanın e toplumun “geri” olmasına ve geri kalmasına neden olan iki hastalıktır “kıyaslamacılık” ve “rövanşizm”.

Ama sigara böreğine “küçükleri kötü alışkanlıklardan korumak için kalem böreği demek yanlış. “Kadınbudu köfte” ve “dilber dudağının” adını “cinsiyetçilikle mücadele” için değiştirmek yine yanlış.

Şöyle bakmamız lazım; Çok güzel bir ülkemiz var. Ne kadar çabalarsak çabalayalım, bereketi hâlâ bitmedi. Çok güzel bir kültürümüz var, bize rağmen hâlâ ayakta ve çok güzel bir dilimiz var. Tadını çıkaralım, kirletmeyelim, günahına girmeyelim ve güzel kullanalım.

Türkçenin hem bilim hem sanat için yeterli olduğu, sürekli bir gelişim, kesintisiz bir evrim içerisinde olduğu da ortada. Bugün bizim konuştuğumuz Türkçenin kökleri tarihin öncesinden, karanlık çağlardan geliyor. Bugün kullandığımız sözler, daha yazı yokken, yine bu topraklarda vardı.

Bugün hâlâ Sümerce, Akadça, Asurca ve Hititçe sözlerimiz var. Kim bilir daha nelerimiz de var!  Bunun önemi “kimin kökü daha eski” tartışması ile ilgili değil. Her sözcük bir anlam içerir. Sözcükler o anlamların kodlarıdır. Çünkü eşanlamlı olan sözcükler dâhi kendi içlerinde küçük başkalıklara sahiptir. Her biri daha başka bir koddur.

Görelim;

Ölmek fiilini düşünün. Ölmek yerine neler denilebilir;

Göçmek, can vermek, kaybedilmek, hayatını kaybetmek, yaşamını yitirmek, hayatı sona ermek, gözlerini hayata kapamak, terk-i hayat etmek, hayata gözlerini yummak, son nefesini vermek, canı çekilmek, ömrü vefa etmemek, nefesi bitmek…

İnanca dayalı sözler, deyimler:

Allah’ın rahmetine kavuşmak, ebediyete intikal etmek, öbür dünyaya göç etmek, ruhunu teslim etmek, vadesi dolmak, Hakk’a yürümek, şehit olmak, şehadet mertebesine ermek, sonsuzluğa ulaşmak, dünyasını değiştirmek, eceli gelmek, vakti gelmek, vâdesi dolmak, vâdesi gelmek, emrihak vaki olmak, gitmek, ahret yolcusu olmak…

Ölümün türüne göre:

Başını vermek, maktul düşmek, kurban gitmek, canı çıkmak, canı çekilmek, yüreğine inmek, çatlamak, hallolmak, duvağına doymamak, alı yeşili üstüne dökülmek, gözü açık gitmek, eceline (canına, kanına) susamak, kanıyla ödemek…

Argoda:

Zıbarmak, cortlamak, iptal olmak, gümlemek, fişi çekilmek, gebermek, kakırdamak, yuvarlanmak, cavlağı çekmek, kalıbı değiştirmek, cartayı çekmek, zartayı çekmek, kuyruğu titretmek, nalları dikmek, başını yemek, iki kolu yanına gelmek, teneşire gelmek, sabaha çıkmamak, postu vermek, dört kolluya binmek, imamın kayığına binmek…

Bunlardan çok daha fazlası da bulunabilir. Görüldüğü gibi, bunların hiçbirisi bir diğeri ile “tam olarak” aynı anlamda değildir. Çünkü hepsi birer koddur.

Dolayısıyla sizin dilinizde yeni sözcüğün türemesi yeni bir kod anlamına gelir. Eski kadim dillerden bugüne miras gelen bir sözcük de o kodun sizinle taşınmasıdır. Diller arasında etkileşim her zaman vardı ve devam ediyor.

Şunun iyi bilinmesi lazım; Yazarlar dilin muhafızlarıdır, koruyucularıdır. Orhun Abidelerinden bu yana yeryüzünde 12 milyon kilometrekarelik bir alanda sizin diliniz var. Jumbo jetle bir ucundan bir ucuna 17 saatte uçulan bir coğrafyada, her yerde çaldığınız kapıyı açana “tanrı misafiriyim” dediğinizde içeri girersiniz, “çay” dediğinizde, size çay verirler.

220 milyon insanın konuştuğu bu dil bence sanki yazarlar için tasarlanmış bir dildir. Çünkü yazarlık özgürlüktür ve yaratmaktır.

Türkçede sözlerin birleştirilmesi yoluyla da yeni sözler ve yeni terimler türetilebilir. Türkçede birleştirme sırasında kimi kez sözlerin yapısında değişme görülürken, çoğu kez de görülmez. O nedenle Türkçe dili, Türkçe konuşanlar kendisini geliştirdikçe, gelişir.

Türkçe gelişmeye açıklığıyla, yeni sözler ve yeni terimler türetmeye elverişli yapısıyla bir yazar için harikadır. Türkçedeki 300 yapım eki içerisinde terim türetmeye uygun 170 ek olduğu belirlenmiştir.

Bu eklerin, ses uyumlarına göre iki, dört veya sekiz biçimleri bulunabilir. Türkçedeki söz köklerinin ve gövdelerinin sayısı, on binlerle ifade edilebilir.

Bu verilerle matematiksel kombinasyonlarla sayısı milyonları bulan yeni söz ve yeni terim elde edilebilir.

Divânu Lugâti’t-Türk’ün söz varlığı 8.500 civarındadır. Ama bu rakam bugünlerde 100 bini aştı. TDK’nin Güncel Türkçe Sözlükte 109.000’i aşan anlam varlığı bulunmaktadır. Buna Derleme Sözlüğündeki yaklaşık 130.000 söz varlığı da eklenebilir…

O nedenle… Yazar bilir ki… Dil olmazsa hiçbir şey olmaz… Dil bozulursa her şey bozulur, herkes bozulur…

Dili korumak yazarın ödevi ve görevidir. Yazarın mesleği aynı zamanda diline hizmet etmek ve ona katkı sağlamaktır.

İyi bir fikir nerede bulunur?

Cevap basit; Her yerde iyi fikir bulunur. İlgilisine bir not; Hiçbir şey hayattan daha komik, daha acı, daha heyecanlı ve daha şaşırtıcı değildir. Okuduğunuz en müthiş yazılarda da izlediğiniz en muazzam filmlerde de konu çoğunlukla “gerçek hayattan” esinlenilerek hazırlanmıştır. Karakterlerin de çoğu o anlamda klondur.

Eğer hayatın içindeyseniz, en iyi fikirlerin arasında geziyorsunuz demektir. Bol bol onları dinleyin. Aslında insanlar size yazı malzemesi aktarırlar. Her yaştan, her kesimden, her meslekten insanla tanışın, dinleyin, gözlemleyin ve her zaman bolca not tutun.

İkinci iyi fikir kaynağı ise haberlerdir. Televizyonda, radyoda, gazetede veya internette her gün yığınla haber yer alır. Bu haberlerin önemli bir kısmının dikkat çekici bir hikâyesi vardır. Bu hikâyeler sizin esin kaynağınız olabilir.

Alışveriş listesi yazmak gibi…

İyi de ne yazalım ve nasıl yazalım, diye düşünüyorsak… Bence tam da doğru noktadayız. Ben her zaman bu konuda “alışveriş listesi” örneğini veriyorum.  Lütfen aşağıdaki listeye bir göz atın;

Alışveriş listesi

1 Ekmek (fırından al)

1 kg domates, soğan (iri olmasın)

1 kg biber (diğer marketten al)

½ kg keçi peyniri (pazara uğrarsan al)

1 şişe zeytinyağı (geçen defa aldığından bulursan)

Evde sirke var mı, bak.

Yukarıdaki alışveriş listesine baktığınızda ne görüyorsunuz? Bu bir taslak! Bir hedef var. Büyük bir olasılıkla hedef salata yapmak olabilir. Hedefin birleşenleri tespit edilmiş. Hedef için gerekenler listelenmiş. Hedef için gerekenler maddeler halinde yazılırken, yanlarına da sahip olması gereken özellikler ve onların tedariki için birtakım püf noktalar yazılmış. Şayet bu listenin yazarı, eğer listede hata yoksa ve o da bu “iş planına” sadık kalırsa, hedefe ulaşabilir…

O halde siz de “alışveriş listesi” örneğinde olduğu gibi şu sorulara cevap bulmalısınız; Her şeyden önce “ben ne yazmak istiyorum?”. Ayrıca “bunu yazarken içeriğinde nelerin yer alması lazım?”. Sonra “içeriğinde yer alacak öğelerin sıralaması ne olmalıdır?” Son olarak “ben hedefime varmak için, değerlendirmem gereken öğeleri nerelerden temin edebilirim ve ne kadar kullanabilirim?”

Dolayısıyla yazma sürecini “salata” gibi tasarlarsanız, nadiren hata yaparsınız. Hedefinizi tespit edin. Ona uygun süreci belirleyin. Sürecin aşamalarını saptayın. Her aşama için gereklilikleri yerine getirin. Doğru zamanlama ve doğru sıralama ile hareket edin. Her şeyi heyecanla ve disiplinsizlikle birbirine karıştırmayın.

Ayrıca siz yazar olmayı seçerek, bir meslek ve bir sanat konusunda yoğunlaşmayı, kendinizi yazarlık mesleği ve yazı sanatı ile bütünleştirmeyi kabul ettiniz. O nedenle her gün mesleğinize ve sanatınıza gereken zamanı ve ilgiyi vermelisiniz…

Türk kahvesi içer gibi…

Bir husus çok önemli… Siz Türkçe yazıyorsunuz. Dil, kültür kodlarını içeren kelimelerin ve onlara mantık veren kuralların toplamıdır. O nedenle aslında eşanlamlı kelimelerin anlamlarında dahi birtakım farklılıklar algılanır. Çünkü sesler farklı çağrışımlar yapar.  O nedenle bir dilde olan espri bir diğer dilde anlamsız olabilir. Bir dildeki vurgu, başka bir dilde yersiz olabilir. Ben bu durumu her zaman “Türk kahvesi” ile değerlendiriyorum.

Yazınızı Türk kahvesi gibi düşünün. Malum Türk kahvesi sıcak olur, ama çok sıcak değil. Türk kahvesi soğuk veya ılık da içilmez. Ama çok sıcak da içilmez. Türk kahvesi uzun içilen bir kahve de değildir. Soğutmamaya çalışılır. Yazının da harareti ve uzunluğu gereğinden uzun veya kısa olmamalı. Bu konuda daima sevdiğim bir örnek de mini etektir. Mini etek merak ettirecek ve dikkat çekecek kadar kısa, gözden kaçmayacak kadar uzun olmalıdır. Eğer gereğinden kısa olursa kötü durur. Eğer gereğinden uzun olursa, dikkat dağılır. Dönelim Türk kahvesine…

Türk kahvesinin tadı acı değildir. Ama acımtırak bir tadı olur. Türk kahvesi ister sade ister çok şekerli olsun, yanında ya bir kuşlokumu ya da küçük bir kurabiye olur. Yani tadı acımtırak olduğundan yanında tatlı bir tat daha yer alır. Türk kahvesinin tadı yoğundur. Dolgun ve gövdeli bir lezzeti vardır. Fakat yine de üstüne su içilip, o yoğun tat hafifletilir. Türk kahvesi denildiğinde, onun genelde birtakım başka tatlarla birleştirildiğini görürüz. Örneğin yanında likör içilebilir. Sözün özü; Yazınız tek lezzette ve tek renkte olmamalı.

Yani yazıda acı varsa, lokum hazır mı? Yazı yoğunsa, yanında su var mı?..

Türk kahvesi esas olarak iç kısımdan meydana gelir. Köpük, kahve ve telve… Hepimizin bildiği gibi biz her şeyi -buna sevinç de hüzün de dahil- köpürtmeyi severiz. Her ne yazarsanız yazın, biraz köpürtün. Ama taşırmadan köpürtün. Eğer köpürme uzarsa, cezve taşar, ocak kirlenir, ortalık batar, beter olur. Eğer siz de hüznü veya mizahı, yakaladığınız bir öğeyi fazla fazla köpürttürseniz, yazı perişan olur. Unutmayın, yazıyı ve köpürtmeyi, kahve ile kahvenin köpüğü gibi tasavvur etmelisiniz. Elinizdeki kahve, deterjan değil. Eğer kahveyi deterjan gibi köpürmesi için zorlarsanız, sonuç gerçekten çok kötü ve rahatsız edici olur.

Yine hepimizin malumu, hepimiz kahvenin telvesini görmek isteriz. Kahve bittikten sonra da geriye telvesi kalmalıdır. Yani kahve okkalı olmalıdır. Yazdığınız ve biraz da köpüklü olan yazınız bittiğinde, okuyucuya telvesini bırakmalı. Yazıyı bitirdiğinizde, kendinize şunu sorun; Okuyucu yarın bu yazıyı hatırlar mı? Yazı bittiğinde akılda ne kaldı? Yani telve var mı? Bir de elbette; Okuyucunun canı bu yazıyı yine okumak ister mi?

Yazarı görevi anlatmaktır

Yazarın aktarmak istedikleri vardır. Duygular, düşünceler, ahenk, çatışma, görüşler, sezgiler ve saire. Yazar aktarmak istediklerini yazı yoluyla ve yazı sanatının incelikleriyle ve mutlaka büyük bir teknik bilgiyle okuyucusuna, izleyicisine anlatır. Yazar her şeyden önce herkesten fazla iyi bir anlatıcı olma özelliğine sahip olmalıdır. Daha doğrusu bunun için uğraşmalıdır. Bunun için yazar her zaman aktarmak istediklerini açık, seçik ortaya koymalıdır. Diğer bir deyişle “acaba yazar bize burada ne anlatmak istemiş” diye sordurmamalıdır. Daha önemlisi okuyucu yazar için “ben mi anlamıyorum, o mu anlatamıyor” diye düşünmeye zorlanmamalıdır.

Eskilerin deyimiyle “lügat paralamak” doğru bir yöntem değildir. Sadece, basit, kolay olmaya gayret göstermek gerekir. Gereksiz dilbilgisi gösterisi yapılmamalıdır. Lüzumsuz bir “bakın ben ne çok sözcük biliyorum” kibri olmamalıdır. Yazar okuyucuya aktarmaya karar verdiklerini tane tane, açık açık, sade ve güzel biçimde anlatırken, gereksiz bilgi fetişizmine kapılmamalıdır. Elbette açıklık için “doğru akış” da önemlidir. Eğer aktarılacak olanlar kronolojik verilecekse, sırası bozulmamalıdır. Eğer ileriye sıçramalar, geriye dönüşler varsa, bunlar da kendi içinde doğru sıralamayla, doğru akışla verilmelidir.

İyi yazar herkesin zor anladığı yazar değildir. İyi yazar aktarmak istediklerini okuyucuya doğru biçimde anlatarak, istediğini başaran yazardır.

Açıklığın tamamlayıcı öğesi sadeliktir. Burası dikkatinizden kaçmasın, eğer bir sözcük çıkarıldığında cümlenin anlamı değişmiyorsa, o sözcük gereksizdir. Eğer bir olay, olgu veya karakter çıkarıldığında bir sorun doğmuyorsa, elemelisiniz.

Bir sözcük cümlede fazla gibi durabilir, ama belki o karakterin gevezeliğine işaret ediyordur. Pencereni önünden geçen seyyar satıcı öyküyü doğrudan etkilemiyordur. Ama çevrenin gürültüsüne ve o semtin kültür kodlarına ışık tutuyordur. Bunlar olabilir. O halde, sadelik ararken, yazının dokusunu da zedelememek önemlidir.

Elbette sadeliğin de bir ölçüsü var. Aşırı yalın bir anlatım da yanlış olabilir. Ben dili süsleriyle seviyorum. Diğer türlü hem çok az kimseye hitap eder hem de soğuk kalır. Anlatımlar renkli ve süslü olmalıdır. Ama bu süsler zorlama ile olmamalıdır. Zaten öyle bir durum hemen kendisini belli eder. Gereğinden fazla olmamak üzere tasvirler, ölçüsünde sözcük oyunları, yazının tadını bozmayacak ölçüde benzetmeler ve daha fazlası daima iyidir. Ama tekrar ve tekrar altını çiziyorum; Her şey ölçüsünde olacak. Aynı şekilde sadelikte de tat kaçmamalı. Süslü yazın, ama rüküş yazmayın; Kokoş olmayın. Sade yazın, ama yazı çıplak kalmasın. Şık ve süslü olmak hedefiyle rüküş giyinmek ve doğallık sadelik namına çırılçıplak durmak, aynı derecede kötüdür.

Burada ölçüt belirlemek bir hayli zordur. Çünkü giyimde ve gastronomide olduğu gibi beğeniler kişiden kişiye ve günden güne değişir. Kimsenin bu konuda amir hüküm vermesi de mümkün değil. Fakat ben yine de size ölçüt olarak “doğallığı” tavsiye ederim.  Doğallık her zaman genel anlamda kabul görür. Yapaylıktan uzak kalmayı sağlar. Laf aramızda yazıda doğallık inandırıcılığın da anahtarıdır. Nasıl ki bir yemeğe, süslü ve gösterişli olması için bütün baharatları boca etmezseniz, nasıl ki şıklık için bütün şık kıyafetlerinizi üst üste giymezsiniz, yazıda da öyle…

Diyelim ki, güzel bir metafor buldunuz kullanın. Bir aforizma var elinizde, değerlendirin. Çarpıcı birtakım detaylar tasarladınız, hemen ele alın. Ama her cümlede tasvirler, her sayfada sürprizler, her bölümde aforizma bombardımanı, dahası gereksiz bir sürü detay içinde yeni yeni detaylar… Yapmayın, emeğinize yazık…

Yazarken herkesin karşılaştığı bir zorluk vardır. Akıcılığını korumak… Nihayetinde söz gelimi 300 sayfalık bir yazıyı kimse bir oturuşta yazmaz. Kimse her bir sayfayı aynı ruh halinde ve aynı dinçlikte ve aynı dikkatle yazmaz. Yazının başından her kalktığınızda, yazarken her seslenene yanıt verdiğinizde ve gözünüz televizyona her takıldığında yazınız güç kaybeder… Onun için büyük dikkat göstermeniz gerekir. Bu nedenle de karmaşıklıktan uzak, kendi içinde tutarlı, planlı ve “peş peşe dizildiğinde okuyucuyu yormadan”, hatta siz hafif bir sesle okurken “akan” bir yazı için her zaman tetikte olmak gerekir. Okuyucu hem olay örgüsünde, karakterlerde, diyaloglarda hem de bütün bunların “sözcüklendirilmiş” halinde açıklık, sadelik, biraz süs ve akıcılık görmelidir. Elbette akıcılık için ses uyumu şarttır. Şöyle düşünün emek verip konuklarınıza harika bir balık yemeği sunuyorsunuz. Konuklarınız lütfen yemeğin tadını çıkarsın ve herkes gülümsesin. Kimse kılçıklarla uğraşıp yüzünü ekşitmesin.

Yazınızı tekrar ve tekrar kontrol edin. Eksik ya da hatalı bir öğe olmadığına emin olun. Böylece yazınız adeta dalgasız bir denizde uçarcasına kayarak ilerleyen bir yelkenli olsun, aksın, gitsin. Bir tek öğenin bile eksikliği okuyucunun dikkatinin yoğunlaşmasını engeller. Okuyucu kendisini alçak bir araba ile bozuk bir yolda zoraki ilerler gibi hisseder.

Her yazar mutlaka başka yazarlardan etkilenir. Her yazar mutlaka bir parça da kendi hayatından ve deneyimlerinden yazar. Ama başka bir yazar gibi yazmak iyi bir şey değildir. Kendi kelimelerinizle düşünün, kendi düşüncelerinizle yazın. Kuşkusuz yazdıklarınızda ve yazacaklarınızda sizin hayatınızın izleri olabilir. Ama okuyucu sizin sürekli kendi hayatını anlatan birisi olduğunuzu düşünmemelidir. Sizi yazınızı kıymetli kılan filan yazar gibi yazmanız değil, kendiniz olmanızdır.

Yazınızın bir amacı olmalıdır. Bir hedefi olmalıdır. Farz edelim, bir çocuk romanı yazdınız. Bu roman çocuklara bir şey söylemeli. Bunu okuyan çocuğun hayatında bir şey değişmeli. Okuyucu kendisine soru sormalı. Yazarken de anlatırken de unutmayın; “lafın tamamı aptala söylenir”. Şunu demek istiyorum; siz sözünüzü söyleyin, aktarmak istediklerinizi anlatın. Sonra okuyucuyu rahat bırakın. Okuyucu sizin yazınızı tamamladıktan sonra, birtakım sonuçlara kendisi varsın. Okuyucuya neye inanması gerektiğini, ne yapması gerektiğini söylemeyin. Saygısızlık olur. Siz elinizdekileri yazınızla ortaya koyun. Gerisine okuyucu karar verir.

En iyi içeriğe sahip yazı, araştırması en iyi yapılmış olan yazıdır. Şayet yazıda şafak vakti çıkılan bir balık avı varsa, sizin bunu yazar gözüyle gözlemlemiş, hatta fotoğraflamış ve bütün notlarınızı kaydetmiş olmanız lazım. Eğer Abdusselam Dağı’ndan söz edeceksiniz, önce gidip Abdusselam Dağı’nı göreceksiniz. Bu sayede yazının tutarlılığını temin edersiniz.

Şunu her zaman aklınızda tutun; Bir yazı veya oyun, senaryo, roman 3 defada yazılır! İlk yazılışı kafada olur. Siz onu tasarlarken birinci defa şekillendirirsiniz. İkinci defa yazmanız kurguyu oluşturup, olaylar ve karakterler arasındaki ilişkilerini sabitlemenizdir. Üçüncü defa yazma işlemi ise işin bittiğine karar vermenizden sonra, yapacağınız “biçim ve içerik kontrolü” sayesinde olur.

Laf aramızda her şeyden ve herkesten hoşnut olan bir kimse başarılı bir yazar olmaz. Yazarın hayata bir itirazı olması lazım! Yazarı verimliliğe iten ve yazmaya zorlayan temel öğe tatminsizliktir. Belki sürekli değil, belki her yazıda değil, ama bir yerlerde o itiraz ve o tepki görülebilmelidir.

Arşivcilik gerekli…

Yazmak için her şeye ihtiyaç duyarsınız. Her yazar için geçerlidir; eski hikâye kitapları, çeşitli zamanlarda alınmış muhtelif notlar, dikkatinizi çeken haberlerin gazete kupürleri, çeşitli dönemlere ait fotoğraflar, ilgili kitaplar ve saire…

Bulduğunuz, elinize geçen her şeyi arşivleyin. Arşivciliğin temel kuralıdır; Neyi atarsanız, sonra onun için yanarsınız. Neyi atarsanız, ertesi günü lazım olur… Arşivinizi olabildiğinde düzenli tutun ve bilgisayar ortamında muhafaza edin. Şunu da unutmayın. Önemli olan “kaç terabayt” arşiviniz olduğu değildir. Arşivinizde kaç bin fotoğraf olduğunun da hiçbir kıymeti yoktur. Siz arşivinizi ne derecede kullanıyorsunuz, bu önemlidir. Söz gelimi bilgisayarınızda beş bin tiyatro oyunu bulunabilir. Siz bunlardan kaç tanesini dikkatli biçimde ve notlar alarak okudunuz, bu önemlidir.

Yazmayı seçtiğiniz konu ile ilgili kitapları, makaleleri toplayın. Gerekli ve ilgili mekânların, kişilerin ve sair detayın fotoğraflarını çekin. O konuda yapılmış benzeyen veya benzemeyen çalışmalar varsa, onlardan edinin.

Bütün bunların yanı sıra, yazmak hakkında, bu sanat ve meslekle ilgili yayınlanan ne varsa, edinin, okuyun, adeta yiyip-yutun ve arşivleyin.

Günlük tutmak işe yarar mı?

Günlük yazmak kişisel bir tercihtir. Günlük konusunda kimsenin kimseye zorlayıcı veya dayatmacı olmasını doğru bulmuyorum. Nihayetinde birisini günlük tutmaya yönlendirmenin de onun özel alanına girmek olduğu düşüncesindeyim. O nedenle kimseye bugüne kadar günlük tut veya günlük yaz diye ısrar etmedim. Ne yediğiniz ne içtiğiniz, kimin hakkında ne düşündüğünüz kimin umurunda?

Her gün yazmanızı sağlayan ve istemiyorsanız, özel alanınıza girmeyen bir çerçeve oluşturabilirsiniz. Ama gerçek şu ki; Günlük aynı zamanda her gün düzenli yazma egzersizi yapmak demektir. Eğer içeriğin kapsamını doğru tayin ederseniz, bunun büyük yararını görürsünüz. İyi yazarların çoğu da günlük yazarlar. Yazı dilinin akıcılık kazanmasına da fayda sağlar. Her şey bir yana günlük yazmak sizi yazma konusuna odaklar. Odaklanarak yazabilmeyi öğrenmek her durumda gereklidir.

Madem ki yazarlık bir meslek ve her meslek sahibi işini her gün yapmalıdır, o halde yazma iddiasına sahip her kişi de her gün yazması için bir yöntem kullanmalıdır.

Her gün yazmaya başlayınca gözlem yeteneğiniz de hızla gelişir ve kaleminize katkı vermeye başlar. Hepimiz biliyoruz, yazanlar daha çok düşünürler. Düşünmek ise daima daha fazla zihinsel üretimi beraberinde getirir.

Günlük yazmayı, her gün kendi iç dünyanız hakkında rapor yazma gibi algılamayın. Bunu farklı biçimlerde de düzenleyebilirsiniz. Örneğin sadece rüyalarınızı yazabilirsiniz. Söz gelimi okuduklarınız veya izledikleriniz hakkındaki görüşlerinizi de günlük biçiminde bir araya getirebilirsiniz. Arada aklınıza gelen hatıralarınızı da yazabilirsiniz. Soyut düşünmeyi geliştirmek için, kavramlar üzerinden hareket edebilirsiniz. Belli bazı kavramların size ne düşündürdüğünü kâğıda dökebilirsiniz.

Bu süreç sizi bir anda tahmin dahi edemediğiniz satırların arasına sürükler. Birikiminizi artırmak ve harekete geçirebilmek için her gün yazmanız gerekir. Günlüklerinizin sizin gelişiminize fayda sunabilmesi için veya size sağladığı katkıyı artırmak için bir şey daha yapmanızda yarar var;

Yazdıklarınızı daha sonra yeniden okuyun. Yazdıklarınızı Türkçenin söz varlığına ve söz dizimine uygun hale getirin.

Yazarken ne yapmamak lazım?

Yazarken yaptıklarınız kadar yapmadıklarınız da önemlidir ve belirleyici olur. Kuşkusuz yazmanın yüzde yüz katı kuralları yok. Şüphesiz bu konuda bir kurallar kitabı da yok. Ama yine de “yapılmaması gerekenler”, yani “sakınmanızda fayda olanlar” biliniyor.

En başta… Pes etmemek lazım, vazgeçmemek lazım! Bunlar kesin. Devam edelim; Aklınızdaki fikir, bir cümle veya küçük bir düşsel tasarım sizin öykünüz, romanınız, tiyatro oyununuz veya sinema filmi değildir. O sadece aklınızdaki “bir şeydir”. Bir önemi veya değeri de yoktur. O nedenle aklınızda “bir şey” varsa yazmak için zaman kaybetmeyin. Onlar sadece siz yazdığınızda var olurlar.

Ayrıca kimseyle ne yazdığınız veya ne yazacağınız konusunda bilgi paylaşmayın. Bitirmeden de kimseye verip, ondan düşüncesini sormayın. Hata edersiniz. Elbette başkalarından fikir alabilirsiniz. Görüşüne saygı duyduğunuz, önem verdiğiniz kimselerle fikirleşmek de iyidir. Ama bunların hepsi “iş bittikten sonra” yapıldığında anlamlı olur.

Eğer konuya ilk sayfalardan başlarsak, önümüzde şöyle bir liste var. Yazıya, konuya tarih ile girmeyin. Aynı mantıktan hareketle de söz sayı ile başlamamalı. Olmaması gereken bir diğer ayrıntı ise, yazıya havadan söz ederek, hava durumu bildirerek girmek…

Yazınızda üç nokta (…) ve ünlem (!) kullanımı konusunda bonkör değil, cimri olmalısınız. Ayrıca konuşma çizgisi, tek tırnak ve çift tırnak kullanırken de özen göstermelisiniz. Elbette bu özen koyu renk ve italik yazılacak alanlar için de geçerli.

Yazınızda “tasvirler” doğal olarak yer alacak. Ama tasvir ölçülü olmalı. Yani çok uzamamalı. Hem tanımlamaların bir kısmını okuyucuya bırakmak iyidir hem de peş peşe uzun tasvirler, yazınızın ritmini bozar. Bu nedenle tasvirleri “gerektiği kadar” ve “okuyucuya buradan bir bilgi aktaracaksanız” yapın. Diğer türlü okuyucu sizi sıkıcı bulabilir.

Yazınızı yazarken arada sırada alçak sesle kendinize okuyun. Eğer ahenkte bir sorun varsa, diğer bir deyişle yazı akmıyorsa, böylece düzeltebilirsiniz.

Hepimizin bildiği gibi yinelemelerden ve anlamından emin olmadığınız sözlerden de kaçının. Ayrıntıları ilerleyen sayfalarda da göreceksiniz. Ama şive, argo, küfür, yabancı sözcük, aforizma, metafor, tekerleme, atasözü ve deyiş kullanırken kolaylıkla hata yapabilirsiniz. O nedenle bunlardan kaçınmakta veya iki kere dikkatli olmakta fayda var.

Sayı kullanmak iyidir. Özellikle tasvirlerde, okuyucuya detay vermek gereken yerlerde sayılara başvurmak doğrudur. Ama çok fazla sayı okuyucunun keyfini kaçırır.

Karakter isimlerinin birbiri ile benzeşmesi her zaman sorun çıkarır. Ayrıca karakterlerin gerçek hayattaki isimleri çağrıştırması okuyucunun kafasını karıştırır.

Bundan başka eşanlamlı sözcükleri peş peşe sıralamaktan uzak kalmalısınız. Önemli olan sözcük veya sayfa sayısı değildir. Önemli olan yazacağınız sayfalarının toplamının masaya konulduğunda çıkardığı ses, yani gerçek ağırlığıdır.

“yeni yeni çiçeklerin arasında durup dururken güzel güzel oynayan çocukları akşam akşam ne sürprizler ne sürprizler bekliyordu” gibi ikilemeler ve “ona gelip gelmeyeceğini sorup sormamaya karar verirken, aslında kendisine onun anlatacakları karşısında ne deyip demeyeceğini de düşünüyordu” gibi ifadelerden uzak değil, çok uzak durun.

Yazınızı bitirdiğinizde, emin olun kesinlikle henüz hazır değildir. Mümkünse birkaç gün hem yazıyı hem kendinizi dinlendirin. Daha sonra tekrar üzerinden geçin. Göreceksiniz, bu sayede birçok hatayı eleyeceksiniz.

Yazmaya plansız başlamayın. Proje olmadan gemi yapılmaz, planlama olmadan inşaat olmaz. Burası çok önemli, nitekim buna da ileri bölümlerde değineceğim; Bir yazı çalışmasının en başında planlamada yapılan bir hata etkisini en sona kadar sürdürür. O nedenle yazıya plansız, programsız başlamayın.

Şayet plansız başladıysanız veya bir değişiklik sonucunda, bir gelişme üzerine bazı “sorunlar” baş gösterdiyse, inat etmeyin. Aksayan ne varsa silin. Eğer yeni bir planlama gerekiyorsa, onu da baştan yapın. Silmeye üşenmeyin, gerektiğinde başa dönmeye üşenmeyin.

Ormanın ortasında oturup durmayın. Kaybolduysanız ya da tıkandıysanız, geldiğiniz yoldan geri dönüp başka bir yola girin. Mantık zincirlerini asla kırmayın.

Eğer mizah yazıyorsanız, aynı espriyi iki kez yapmayın.

Son olarak, yazarken ilk aklınıza geleni hemen yazın, not alın. Ama onu öyle bırakmayın. Mutlaka üzerinde çalışın. Onu geliştirmeden öyle olduğu gibi bırakmayın. Bu arada aklınızda şu sorular her zaman bulunsun; Okuyucuya heyecan verir mi, okuyucuya hangi duyguları tetikler? Bana heyecan verdi mi? Bende hangi duyguları tetikledi?


Yazmaya başlamak…

Yazıya başlamak için formülümüz şöyle;

Bilgi birikimi + düş birikimi x tarz ve alışkanlıklar = yazı

Yazmak özgüvenle başlar. İyi bir öykü, roman veya başka bir şey yazabileceğinize inandığınız gün, işin zor bir kısmını geride bırakmışsınız demektir. Yazmaya karar verdiğiniz konuda gereken “bilgi birikimini” ve “düş birikimini” depolamış olmanız lazım. Düşleriniz bilgilerinizle işe yarar. Yani bilgiye dayanmayan düşler solar, yok olur gider. Bu nedenle yazıya başlarken bilgi birikimine dayanan düş birikiminiz hazır olmalıdır. Ama bunlar tek başına yetmez.  Belki bu sayede olaylar, kurgular, karakterler ve diyaloglar tamam olur. Ama bütün o yazıda eksik kalan ruhu sizin tarzınız ve alışkanlıklarınız belirler.

Şöyle düşünelim; “Bir sahil kasabası, deniz kıyısında bir kahve. Bir genç kadın tek başına oturuyor ve bir fincan çay istiyor”. Rastgele herkese bu verilere dayanan bir sayfa yazmasını isteseniz, çok büyük bir olasılıkla herkes birbirinden başkaca satırlara imza atacaktır. Aynı bilgi birikimi ve düş birikimi olsa dahi, sayfalar arasındaki farkı belirleyecek olan beher kişinin tarz ve alışkanlıklarıdır.

Sizi diğer insanlardan, diğer yazarlardan ayıran temel özelliğiniz nedir; sizi hayatta edindiğiniz alışkanlıklarınız ve sizin tarzınızdır… Tam da yeri gelmişken; İyi yazarlar okuyucularının beklentilerini tatmin etmek için ve onların duymak istediklerini dile getirmek için yazmazlar. Kendi bilgi ve düş dünyalarını okuyucuya gösterirler.

Eğer yazar okuyucuyu sevindirmek için ve okuyucunun onu daha çok sevmesi için yazmaya başlarsa, bir süre sonra oto sansür uygulamaya bakar. Kendisine uyguladığı süzgeçlerden sonra ondan geriye sadece posası kalır.

Diğer taraftan bir yazar olabildiğince düzenli ve sakin bir hayata sahip olmalıdır. Maalesef Charles Bukowski’nin etkisinden olsa gerek, pek çok kimse yazarları deli dolu, sıra dışı, hatta epeyce dengesiz kimseler olarak düşünse de sabah erken kalkan, gününü planlı yaşayan ve işine duyduğu saygı ölçüsünde çok çalışan yazarlar çoğunluktadır. Unutmadan; Bukowski gibi yazmak için Bukowski gibi yaşamak gerekmez. Ayrıca Bukowski varken, hiç kimse birisini Bukowski gibi yazdığı için sevmez… Burada küçük bir not; Gündüzleri uyuyup, sabahlara kadar Kafka gibi yazmak, Kafka gibi yazar olmanın yolu değildir. “Kafka gibi” uykusuz yazmak, sizi “Kafka” yapmaz.

Genelde sakin bir kafayla ve günlük gürültülü hayatın karmaşasının dışında olabilmek için, sabah erken saatlerde yazmak daha verimlidir. Eğer yazarsanız veya yazar olmak istiyorsanız, bunun hem bir sanat hem de bir meleke olduğunu kabul etmelisiniz. Dolayısıyla siz mesleğinizi her gün ve düzenli biçimde yapmalısınız. Her gün hemen hemen aynı zaman diliminde yazmanın, okumanın da daha verimli olduğu biliniyor.

Yazarın birtakım ritüel alışkanlıkları olmalıdır. Örneğin yazmadan önce yürüyüş yapmak, masada kolonya bulundurmak, çay içerek çalışmak, uğurlu kalemi yanında taşımak veya aynı şarkıları dinleyerek çalışmak gibi… Bu tür rutinler her durumda sizin arzu ettiğiniz konsantrasyonunuzu sağlamanıza katkı verir. Yani önemlidir, değerlidir. Ayrıca kendinize küçük ve şirin ödüller belirleyin. Örneğin ilk kitabınız yayınlandığında veya ilk oyununuz oynandığında ne yapacağınıza karar verin. Büyük olması gerekmez.

Sizin de kısa bir süre içerisinde kendi çalışma masası düzeniniz, hatta bilgisayarınızdaki dosyaları düzenleme biçiminiz gelişir. Bundan başka dilerseniz küçük notlarınızı mantar panoya asabilir veya perdeye iğneleyebilirsiniz. Size kalmış.  Her gün onlarca sayfa yazamazsınız. Bir günde en çok yazan, en başarılı veya en üretken yazar değildir. Ernest Hemingway’in günde ortalama 500 sözcük yazdığı biliniyor. Yani kabaca bir sayfa. Buna karşılık Wolfe her gün -istinasız- on sayfa yazardı ve ayakta çalışmayı seviyordu.  Buna karşılık Capote ise yatarak veya uzanarak yazardı… Hemingway de çoğunlukla sabah saatlerinde yazardı. Kalın, tuğla gibi romanların yazarı Mario Simmel’in romanlarında seçenek olması için birkaç tane 300-400 sayfalık doruk ve final bölümü yazdığı ve sonra bunlardan birisini tercih ederek, romanını tamamladığı da bilinir. Üstelik Simmel bunu romanların daktilo ile yazıldığı dönemde yapardı.

Flannery O’Connor sağlık sorunları nedeniyle sadece gündüzleri ve iki saat çalışabiliyordu. O nedenle verimli çalışabilmek için her gün aynı saatte ve aynı odada yazardı. Hesse aklına gelenleri ambalaj kutusu, kese kâğıdı, fatura ve benzeri kullanılmış kâğıtlara not alırdı. Uğurlu şapkalar, pijamalar, karanlıkta yazanlar ve benzeri daha pek çok şey.

Dolayısıyla sahip olduğunuz bilgi birikiminizi ve düş birikiminizi, sizi yazı tarzınız ve hayat boyunca edindiğiniz alışkanlıklarınızla bütünleştirip, harekete geçirmek için neye ihtiyacınız varsa, onu yapın…

Yazarken birtakım önemli özellikleri kullanmalısınız;

Konunuzu doğrudan soyut bir olgu veya bir fikir üzerinden anlatmayın. Bir insanın hikâyesi olsun. O insan ve onun çeşitli olaylarla ilişki ile yani somutla çalışırsanız, daha iyi bir sonuç edebilirsiniz.

Eğer birtakım çok ilginç ve merak uyandıran olayları veya şaşırtıcı bir hikâyeyi birebir aktarırsanız, yaptığınız iş boşa kürek sallamak olur. Sizin hayal gücünüzle getirdiğiniz yorumunuz ve kullanacağınız anlatım teknikleri ona edebi bir kimlik kazandırır.

Her zaman akılda tutmak lazım; biz çok orijinal bir fikir bulduk diye düşündüğümüzde, belki de başkasının daha önce aynı şeyi akıl ettiğini gözden kaçırabiliriz. Bir konu veya hikâyeye karar verdiğinizde ilk iş bir tarama yapın. Bakın, acaba başkası aynısını yazmış mı?

Yazının ilk sayfası…

Eğer yazı serüveninizde ilk yazınızın birinci sayfasına ulaştıysanız… O halde… Demek ki, şu aşamalar tamamlanmış olmalı; Ne yazmak istediğinize karar vermişsiniz. Bunun için, yakından ilgili ve vurucu bir cümle bulmuşsunuz. O cümlenin hakkını verecek bir araştırma süreci yaşamışsınız. Konuyla ilgili bilgileri derlemişsiniz. Ulaşabildiğiniz kimseler varsa, görüşmüşsünüz. Gerek varsa, ilgili yerleri gözlemlemişsiniz. Çok sayıda not tutmuşsunuz.

Sonra bütün bunları benim “akıl defteri” dediğim bir defterde -tablet, bilgisayar veya cep telefonu da olur, ama ben kalem-kâğıtta ısrar ederim- sıralamışsınız. Belki bir dosyada veya Stanley Kubrick’in yaptığı gibi bir kutu bütün malzemeyi sıralayıp, düzenleyip, arşivlemişsiniz.

Bundan sonra olaylar dizisi, olayların birbiri ile ilişkisi, karakterler, karakterlerin birbiri ve olaylarla ilişkileri ve diyalogları tasarlamışsınız…

Sonra da… Dönüp başa bir daha hepsini incelemişsiniz, acaba ben bunu daha iyi hale nasıl getiririm, diyerek…

Yazmak için, profesyonel yaklaşımla yazarlık yapmak için “analitik düşünme” alışkanlığına sahip olmak gerekir. “Öylesine”, “rastgele”, “içimden geldiği gibi”, “hissiyatımla” filan diye yazılmaz. Böyle yapanlar böyle yöntemsiz biçimde sadece ya ileride yazacağı yazının içeriğine ilişkin taslaklar ve notlar oluşturabilir veya sadece yazdığını ve yazar olduğunu zannedebilir.

Sözün başında da altını çizdiğim gibi; Pek çok kimse tam tersine de inansa, hiçbir zaman bir manzaranın karşısında dalgın dalgın otururken, bir anda ilham perisinin dürtüklemesiyle şaheser bir kitap yazmaz. Bazen bir satır bir haftada bile yazılamaz. Yazar olan kimse “arada sırada” veya “keyfine göre” de yazmaz. Yazarlık bir disiplin meselesidir. Yazar her gün okur, araştırır, notlar alır, sayfalarca yazar, çizer, karalar, tekrar ve tekrar yazar.

Yazmanın yolu kendini sürekli eğitmekten geçer. Kendisini geliştirmeyen hiçbir kimse yazar olamaz. Ayrıca yazar olan kişi disiplinli, sürekli ve sistemli çalışmak zorundadır. Okumak ve gözlemlemek yazarın ödevidir. Bu ödevlere elbette sürekli yazmak da eklenir. Ama bunları “çok yapmak” başarı formülü değildir. Önemli olan şudur:

Başlangıç noktasını tespit edeceksiniz. Varış noktasını tespit edeceksiniz. Birinci noktadan ikinci noktaya hareketlenmeniz, ilerlemeniz ve ulaşmanız için gerekli olanları tespit edeceksiniz.  Bir de ricam var; Lütfen her ne türde yazmak istiyorsanız, örneğin komedi veya melodram, önce bu konuda okuyun. Öncelikle ürün vereceğiniz türün özelliklerini, evrelerini, evrimini, sürecini öğrenin. Bu konudaki birikiminizi pekiştirin ve ondan sonra başlangıç noktasından varış noktasına hareketlenmek için gerekleri tespit etmeye başlayın.

Tahmin ediyorum, şu iki soruya da tatminkâr cevaplarınızı buldunuz;

Birincisi: Ben bu yazıyı neden yazıyorum?

İkincisi: Ben bu yazıyı yazarak neyi hedefliyorum?

Her iki cevabınız da çok önemli. Bu aşamayı atlamayın. Her ne yazarsanız yazın, mutlaka bu iki soru için kafa yorun. Vereceğiniz cevapların size ve yazınıza etkisi büyük olacaktır.

Buraya dikkat; Yazmaya başlamadan yazamazsınız. Yani yazmak için yazmaya başlamak zorundasınız. İster bilgisayar ister kâğıt-kalem, hiç fark etmez. Konsantre olun ve yazmaya başlayın. Yazı yazmaya “yazarak” başlanır.

İlk adım mükemmel olmayacaktır. Kimse için mükemmel değildir. Ama siz zihninizle kâğıdın arasında engel olmaktan vazgeçin. Bırakın zihniniz aksın. Hem de serbestçe. Aklınızdan geçenleri, olduğu gibi, her nasıl oluyorsa, yazın.

İlham perisi gitti, bir daha da gelmeyecek…

Kimse kusura bakmasın. Ama size yalan söylediler. İlham perisi yoktur. Ya hiç yoktu ya da vardı, ama gitti. Yazmak kelimelerle mühendislik yapmaktır. En romantik şiir dahi şairin harf harf çalışarak bir bina yapmasıdır. Bir peri gelip de kimsenin kulağını mısra mısra şiir vermez. Hiçbir yazar ilham perisi diye bilinen bir kimseden bölüm bölüm kitabını almaz. Buna sadece saçmalık denir! Yahu ne perisi?

Siz ilham perisi ile proje çizen mimar veya ilham perisinin tarifine göre yola gidecek sürücü duydunuz mu? Hiçbir farkı yok. Meslek meslektir. Hiçbir meslek duygularla yapılmaz.

Olsa olsa, yazar kendi tarzını nasıl kurduğunu, kendi yazarlık kimliğinin birleşenlerini nasıl tespit ettiğini ve bu parçaları bir araya nasıl getirdiğini böylece saklar. Birisi ona yazmanın inceliklerini sorduğunda konuyu değiştirmek için “ilham perisinden” söz eder.

Bunun sonucunda o yazar eserlerini üretirken, birkaç şaşkın da bir elinde kalem, diğer eliyle kafasını kaşıyarak havaya bakıp, ilham perisinin nereden geleceğini anlamaya çalışır. Periyi boş verin. Sizin periye ihtiyacınız yok. Her ne arıyorsanız, kendi içinizde arayın. İyi yazdığınızda nedeni de kötü yazdığınızda sebebi de sizin içinizdedir.

Yazmak için çaba gösterin…

Acemi bir muhabirken, yorgun argın her gece yatağa girdiğimde aklımda şu kaygı olurdu; ya yarın hiçbir şey olmazsa ve ben bir haber yazamazsam… Elbette çok boş bir vesveseydi. Her gün bir şeyler olur. Öyle de oldu, öyle de olacak. Kitap yazmaya başladığımda da çoğu zaman, tıkanıp kalmaktan, kitabın kontrolünü elimden kaçırırsam diye kaygı duydum. Boş ekrana uzun süre bakar, aklım durur da yazamazsam diye düşünürdüm. Yani ben kendimi bu yazma-çizme meselesinde çok hırpaladım; siz kendinizi hırpalamayın.

Ama çaba da gösterin. “Daha iyisini nasıl yaparım?”. Bu soru sizin için eyerin altındaki at kestanesi olsun veya mahmuz…

Eğer sıradan bir hayat yaşıyorsanız, işe sıradan insanların tekdüze hayatından başlayın. İster istemez hemen herkes, belirli bir süre, farkında olmasa bile, hayatından biriktirdiklerini yazar. Gerektiği kadar düş kuruncaya ve başka gerçekleri de keşfedinceye kadar, kendisinden ve çevresinden gözlemlediklerini yazar.

Aslında fena bir şey değildir. Çünkü yazar yazmak için her şeyi ve her fırsatı sonuna kadar kullanmalıdır. Ama bu kadar sınırlı ve kısır içerikle başarı yakalamak kolay olmaz.

Aklınızda olsun, her kitabı yazmak zahmetli ve eziyetlidir. Ama her kitap okunmaz, ödül almaz. Her yazar sıkıntı yaşar, ama her yazar ünlü ve zengin olmaz. Ama yazmak kadar güzel bir işle uğraşan her yazar mutlu yaşar. Yazma heyecanı çok güzeldir de yazı zorlaştıkça, zaman hızlandıkça ve tekdüzelik sizi yormaya başladıkça, bir süre önce büyük heyecanla başladığınız yazınızın bitmesi için ona yalvaracak hale gelirsiniz. Hele yayınlanmasını beklerken adeta doğum sancısı çekersiniz. Yayınlandığında ise yeryüzünde en mutlu insan sizsiniz. Sonra kendinize “aferin” dersiniz, “değdi mi; değdi”.

Uykusuz gecelere, kaçırılan partilere, gidilmeyen gezmelere değdi, dersiniz. Gene olsun, gene yaparım dersiniz… Sonra biraz dinlenir ve yeni heyecanla yeni bir çalışmaya başlarsınız.

Çaba gösterirken dikkat edin…

Bunlar şu nedenle önemli; mâdem karar verdiniz, yorulacaksınız. Bu emeğin boşa gitmemesi için dikkatli olmalısınız.

Yazmak istediğiniz konuyu dikkatle seçin. Kendinize sorun, ben bunu okur muydum, diye… Konunuza güveniyorsanız ve arkasında duracaksınız, ilk küçük adımı atmışsınız demektir. Her maraton sadece küçük bir adımla başlar. Farkı yok. Her yazınız -ister kitap olsun, isterse kısa öykü veya tuğla gibi bir roman- öncelikle sizin kişisel meselenizdir. İkinci planda ticari bir konudur.

Asla sevmediğiniz bir konuda ve istemediğiniz bir konseptte yazmayın. Şunu gözden kaçırmamanız çok önemli; sizin için çok önemli olan okuyucu için önemsiz olabilir. Diğer taraftan önemsiz ve sıradan görünen bir konuyu ustalıkla, ilgi ve dikkat çekici, merak uyandırıcı biçimde işlemek marifettir… Burada iki soru önemli; Birincisi hedef kitle bunu okumak ister mi? İkincisi ben bunu hedef kitleme okutabilir miyim?… İki soru da çok önemli. İki soru üzerinde uzun uzun kafa yormak lazım. Çünkü burada yapılacak hata doğrudan sonuca etki edebilir.

Kafanızdaki konuyu, aklınızdaki hikâyeyi, içinizdeki duyguyu, heyecanı veya öfkeyi en iyi nasıl aktarabileceğinizi düşünün. Doğru yol bazen şiirdir, bazen de roman. Başka bir şey de olabilir. Belirli bir olgunluğa ve deneyime ulaştığınız zaman, bir bakıma “içerik üretimi konusunda uzmanlaşınca” bu ve benzeri konularda kolaylıkla karar verirsiniz.

Yazacağınız konunun uzmanlarının kitaplarını okuyun. Ayrıca okuyucuya aktarmak istediklerinizi öncelikle sizin deneyimlemeniz lazım. Hep aynı örneği veririm; Şafak vakti açık denizde balığa giden adamdan söz edecekseniz, bir sabah zahmet edip erken kalkıp, şafak vakti açık denizde balığa gideceksiniz. Eğer yazıda hastanenin acil servisi varsa, defalarca oraya gideceksiniz. Eğer yazıda tıbbi bir konu varsa, mutlaka bir doktorla, eğer Denizli şivesi varsa, illa ki bir Denizlili ile koordine halinde olacaksınız.

Hangi biçimsel özellikleri kullanmanız gerekiyorsa, söz gelimi “öykü” yazacaksanız, “öykü” kavramı ve onun içeriği hakkında yazılanları derleyip, okuyup, özümseyin. Her durumda mutlaka dramatik yapı, karakterler, olaylar, olgular, hepsinin birbiriyle ilişkileri konusunda aceleci olmayın, zaman ayırın. Yapı malzemeleri hazır olmadan yapıya başlayamazsınız. Hazırlık bitmeden yola çıkılmaz!

Her gün üzerinde çalışarak, günlük mesai yaparak, çaba harcayın. Büyük sözler söylemeyi hedeflemeyin. Onu zaten zamanla yapıp yapamayacağınız belli olur. Ama ilk yazınız da olsa, küçük bir yazı da olsa, öyle bir yazın ki, yolda yerde bulup tesadüfen okuyan, acaba bunu kim yazdı diye merak etsin!

Kalemle notlar alın. Yazın, çizin, karalayın, yeni notlar alın. Yırtın, buruşturup atın, yeni bir kâğıda renkli kalemlerle, altını çizerek yazın. Ta ki, içinizdeki ses, bu belki olur deyinceye kadar.

Her zaman aklınızda olsun; Yazınızın kalitesinin ölçüsü dilbilgisi ve yazım kurallarıdır. Gözden kaçan bir harf hatası, sizi okuyucunun gözünden düşürebilir. Her zaman kendi yazınızın editörlüğünü ve redaktörlüğü kendiniz yapın. Ben bir defa başkasına güvendim, hâlâ pişmanım.

Her gün aynı süre çalışabilirsiniz. Ama her gün aynı sayıda kelime yazamazsınız. Zaten böyle bir zorunluluk da yok. Eğer o gün daha iyisi olmuyorsa zorlamayın. Çünkü yorgunluk hata yaptırır. Kendinizi zorlamak isterken, işimize zarar vermeyin. Şunu bilmek lazım; Yorgun bir günün gecesinde değil, güzel bir uykunun sabahında daha iyi çalışırsınız. Ayrıca; Yazmak spor gibidir. Çok çalıştıkça daha iyi olursunuz! Zaten bir süre sonra kaleminizin geliştiğini siz de göreceksiniz. Yazmadan yazınızı geliştiremezsiniz. Daha iyi yazabilmek için yazmanız gerekir.

En azından başlangıçta dikkatinizi birden çok konuya paylaştırıp, kendinizi hata yapmaya zorlamayın. Elinizdeki işleri, iş akışını, programı, madde madde, tek tek ve sırayla yapın.

Bir egzersiz önereyim; Sevdiğiniz bir kitap, öykü veya film üzerine düşünün. Siz olsanız nasıl farklı bir son yazardınız? Başka bir başlangıç nasıl olurdu? Bunun üzerine kafa yorun. Faydalı olur.

Benim üslubum…

Basit bir tavsiyem var; Boş verin. Üslubunuzun nasıl olduğu veya nasıl olacağı konusunda çok kafa yormayın. Akışına bırakın. Üslup durağan değildir. Sürekli gelişir ve değişir. Siz geliştikçe ve siz çabanızı sürdürdükçe, bu durum üslubunuzdan da görülür. Hatta isteyin veya istemeyin, ama bir yazıyı sizin yazdığınız anlaşılır.

Elinizden gelenin en iyisini yapmaya çalışın. Özenli ve disiplinli çalışın. Üslubunuz zaten biçimlenir. Üslubunuzu yaşadıklarınız, okuduklarınız, ruh haliniz ve çalışkanlığınız belirler.

Tırnak, parantez, kalın ve italik kullanımı biçimsel olarak üslubu görünür hale getirir. Kısa veya uzun cümleler, kurallı veya devrik cümleler, yazarla özdeşleşen sözcük, söz dizisi ve benzetmeler, yani mecaz, metafor kullanımı da öyle. Ama elbette gerçek anlamda üslup bundan fazlasıdır;

Üslubun bileşenleri vardır; Kullanılan ifadelerin gerekliliği, akıcı anlatım, ele alınan konular, sözcük seçimi, aforizmalar, günlük dilin bütün içindeki payı, evrensellik-yerellik, öznellik- nesnellik, güncellik ve güden kopuk olması, inandırıcılık ve çarpıcı bitiş.

Her yazar farklı şartların ürünüdür. Üslup yazarın sahip olduğu birikimle ve yapısıyla, size anlattığı hikâyeyi, size aktardığı hikâyeyi, o hikâyenin içindeki karakterleri, olayları, olguları ve bunların birbiriyle ilişkisini ne şekilde algıladığıdır.

Yazının başında…

Yazının hemen başında okuyucu ile sağlam bir ilişki kurmak zorundasınız. İlk satırlardan itibaren “okuyucuyu tutup kendinize çekmelisiniz”. Bu nedenle okuyucu kendisini ilk satırlardan itibaren “işin içinde” görmelidir. O nedenle dinamik girişler her zaman başarılı olur.

Örneğin konu boks ise, yazı doğrudan o boks maçının en can alıcı dakikasında başlamalı. Şayet yazıdaki kahraman dalgıçsa, okuyucu daha ilk satırlarda o dalgıcı suyun altından görmeli.  Siz yazıya başlarken okuyucuya bir teklifte bulunuyorsunuz. Okuyucu da sizin bunu teklifinizi kabul ediyor. Siz çarpıcı, etkileyici, dinamik bir girişle okuyucuya verdiğiniz sözü tutacağınızı gösteriyorsunuz.

Üç bela: Küfür, argo, şive…

Doğallık arayışı diyerek, günlük dili kullanıyorum diyerek, başınızı belâya sokabilirsiniz. Çok dikkatli olmak ve normalden fazla özen göstermek zorundasınız. Örneğin şive konusu risklidir. Birincisi o şiveyi kullanan karakter belli bir coğrafi bölge ile özdeşleşeceği için tepki görmeye neden olabilir. İkincisi siz o şiveyi tam ve doğru bilmiyorsanız, karakter eksik ve hatalı olur. Üçüncüsü eğer şive koyu biçimde kullanılırsa, bu defa o şiveye yabancı olanlar için her şey bulmacaya döner. Dördüncüsü, şiveyi sembolik denecek derecede az tuttuğunuzda da inandırıcılık azalır. Nihayetinde Karadenizli taka kaptanı İdris Reis bir edebiyatçı gibi konuşmaz. Ama koyu bir şive konuşursa, çok zor anlaşılır. O nedenle şiveyi köpürtmeden, birtakım karakteristik sözleri vurgu olarak kabul edip, gerisini yumuşak kullanarak çalışmak lazım.

Argo ve küfür de zor konular. Küfrü zorunluluk olduğunda kullanmak yerinde bir tercih olabilir. Küfür bazen gereklidir. Olmadığında eksikliği de dikkat çeker. Ama okuyucuyu da rahatsız etmemek gerekir. O nedenle küfürleri -yerine göre- kısaltmayla veya bir kelimesi eksik vermek, bazen “kararında kullanmak” sayılabilir.

Argo çok renkli bir konudur. Yine de argoyu keskin tadı olan bir baharat gibi düşünün. Yemek yaparken bu tür baharatları kullanırken elinizin korkak olması şarttır. Argonun ciddi bir pratik katkısı da var. Okuyucuya anlatılması gereken “duygu durumu” veya “durum tespiti” argo ile -yeri geldiğinde- çok başarılı olabiliyor. Ama argo yazmak da küfürde olduğu gibi bombayı kurcalamaktır. Kendinizi buna mecbur hissediyorsanız biraz kurcalayın. Ama sınırı zorlamayın. Daha fazlası için yer açmaya çalışmayın. Bu konuda üretken ve yaratıcı olmayı denemeyin.

Küfür, argo ve şive kullanımına şu açıdan bakılmalıdır; Her üçü de genellikle anlatımı renklendirmek ve lezzetlendirmek için kullanıldığından, aklıma gastronomi ile ilgili şu gerçek geliyor; “Kötü yemek yoktur. Az baharat, az sos vardır”. Hakikaten bir pişirme çabası kötü sonuç verdiğinde, “vaziyeti toparlamak” için çoğu zaman bol ve çeşitli baharat ve sos kullanmak işe yarar. Çünkü o zaman “yemeğin tadı fark edilmez”. Demek istediğim şundan ibaret; Küfür, argo ve şivede ölçü kaçtığında yemeğin tadı biter. Okuyucunun ağzından sadece yoğun baharat ve sos tadı kalır. Mesele bu olsaydı, hiç yazmazdınız. Küfürleri, argo ifadeleri, şive oyunlarını alt alta dizerdiniz. Eğer sizin derdiniz, “yazmak”, “iyi yazmak” ise okuyucunuza kuracağınız sofrada, yapacağınız serviste, küfür, argo ve şive “tadımlık” ve “hafif lezzet” olarak yer almalıdır.

Söz gelimi iki huysuz ihtiyar Karadenizli balıkçı, açık denizde, bir takanın içinde tartışacaksa, elbette hem küfür hem argo hem de şive olacaktır. Ama bu üç öğeden hiçbirisi onların tartışmasının önemine, o tartışmanın yazının bütünüyle ilişkisine ve tartışmanın içeriğine zarar vermemeli, onları gölgelememeli.

Gizli güç: beden dili…

Bir yazar beden dilini iyi bilmek zorundadır. Yazdığını yazı görsel amaçlı olmayabilir. Yazdığınızın filmi çekilmeyecek olsa da tiyatroda sahnelenmeyecek olsa da “sadece kâğıt” olarak düşünülmüş olsa da, okuyucu zihninde imgeler ve imgelemlere, onu görebilir bir hale getirir.

O nedenle yazar karakter tasarımlarında beden dilini önemsemelidir. Alfred Hitchcock’un ona ün ve para kazandıran özelliğinin arkasında “beden dili” vardır. Gerçekten de Hitchcock’un filmlerini ses kapalı da izleseniz, her detayı yakalarsınız. Duygular beden diline yansımalıdır. Karakteristik özellikler beden dilinde görülmelidir. Kullanılan beden dili durumu, olaya, değişime, dönüşüme tepki vermelidir. Okuyucu ve izleyici yaşanan gerilimlerin şiddetini, dönüşümün getirdiklerini ve diğer duygu durum değişikliği doğuran gelişmeleri karakterlerin beden diliyle takip edebilmelidir.

İyi bir yazar karakterleri beden diliyle beraber tasarlar. İyi bir yazar, karakterin özelliklerini beden diliyle de destekler. Karakterlerin sözleriyle beden dili çelişmemelidir. Unutmamak gerekir, “Ne söylediğinizden çok, nasıl göründüğünüz önemlidir.”

Beden dili, bilinçdışı motivasyonları açığa çıkardığı için, çalışmalarınızda itinayla ve keyifle kullanacağınız bir mecradır. Aynı zamanda “ters köşe” yapmak istediğinizde, “ipucu vermek” veya “şaşırtmaca” istediğinizde de bunun için bedel dili kullanabilirsiniz.

Karakterler yüz ve beden hareketlerinden bir kitap gibi okunabilmelidir. Hatta yeri geldiğinde sözcükler beden dilinin geri planına alınabilmelidir.

Kullandığınız karakterlerin tavır ve davranışları, duyguları, düşünceleri ve kişiliği beden dilinde görülebilmelidir. Çünkü beden dili karakterlerin sözsüz iletişim biçimidir. Beden dili sayesinde hem okuyucu /izleyici ile daha iyi ve doğrudan iletişim kurarsınız hem de sözcüklerden tasarruf edersiniz. Her ânı sürekli açıklamaya çalışarak, yazınızın temposunu düşürüp, ritmini bozmazsınız. Yeri geldiğinde bir bakış üzerine bile bütün öykünüzü bina edebilirsiniz. 

Şu husus daima doğrudur; İnsanlar, sadece sözleriyle değil, beden hareketleriyle de değerlendirilir. O nedenle çalışmalarınızda beden dilini sözlerin destekçisi veya çelişeni olarak kullanmalısınız.

Yapılan araştırmalara göre, kişilerin birebir kurdukları iletişimde; Kelimelerin %7-10 oranında, ses ve konuşmanın %30-38 oranında, beden dilinin ise %55-60 oranında etkisi olduğu bulunmuştur. Bu sıralama biraz daha hızlı yükselen rakamlarla radyo ve televizyon yayınları için de geçerlidir. Buradan da anlaşıldığı gibi sadece sözlü anlatımlara yaslanan bir tekst kesinlikle başarısız olur.

Karakterler iletişim süreçlerinde diğer tarafa mesaj verirler ve diğer taraftan mesaj alırlar. Ancak bu mesaj sadece sözcükler değildir; bu mesaj “sözcükler + izlenim” şeklindedir. Elinizdeki karakterler mutlaka hedeflerine ve varlıklarına uygun biçimde yüzü, eli, kolu ve bütün bedeni sayesinde ortaya koyduğu sözsüz iletişimi etkin biçimde kullanmalıdır. Çoğu zaman inandırıcılık ve güvenilirlik sağlayan tek başına sözcükler değil, aynı zamanda beden dilidir. Bunu olumsuz yönde de kullanabilirsiniz.

Beden dilinin temeli şöyle; “Gözle iletişim, yüz ifadesi (mimikler), duruş biçimi (jestler), el, kol, baş, parmak hareketleri ve kişiler arasındaki mesafe”.

Bir gülüş, bir bakış bile her şeyi belirleyebilir. O nedenle yazar, bunu iyi kullanmalı, ama iyi kullanabilmek içinde hem doğru yerde ele almalı hem de iyi anlatabilmelidir.

El, kol, baş hareketleri genelde şöyledir;

Konuşma esnasında çok sayıda el, kol ve baş hareketleri yaparız. Ellerimizi kontrollü hareket ettirmeli; karşıdakine dinleme fırsatı tanımalıyız. Ellerini kollarını fazlaca savuran kişiler pek dikkate alınmazlar. Fazla el kol hareketi yapmak insanın güvenini kırabilir ve dikkatini dağıtabilir.

Beden dilinde “kaçınılması gerekir” diye görülen, ama elbette sizin yeri geldiğinde faydalanabileceğiniz davranışlar ise şöyledir;

Konuşurken başı geriye atmak, saçları geriye atmak, gözleri kapamak, parmak uçlarını birbirine dayamak, ellerimizi ovuşturmak ve yüzümüzde dolaştırmak, parmakları masada tıkırdatmak, saat ya da yüzükle oynamak.

Unutmayalım; Uygun şekilde konuşmak “çok fazla, çok hareketli ve çok hızlı konuşmaktan kaçınmaktır!

Sesimizin yüksekliğini ve tonunu, bulunduğumuz çevreye göre ayarlamalıyız. Hareketlerimiz, sakin, saygılı ve ölçülü olmalıdır.

Bundan başka kafa bir yana doğru eğildiğinde; bu kişinin anlatılan konu ile ilgilenmeye başladığı anlamına gelir. Ayrıca başı sola yatırmak “rica etmek” ve sağa yatırmak “acı çekmek” manasını taşır. Başın aşağıya eğik olması, tavrın olumsuz hatta yargılayıcı olduğunu gösterir. Meydan okuma da içerir.

Eleştirel değerlendirmede baş aşağıya eğiktir ve karşınızdakinin başını kaldırmasını veya yana eğmesini sağlayamazsanız, bir iletişim sorunuyla karşı karşıya kalabilirsiniz. Her iki el de başın arkasında duruş hareketi muhasebeci, avukat, satış müdürü, banka müdürü gibi mesleklerden olanlarda görülür. Bu hareket, kendilerine güvenli veya bir konuda kendilerini üstün hisseden kişilere özgüdür. Bir klişe olarak da görülebilir.

Sağlıklı ve başarılı iletişim için bedel dilinin doğru kullanımında, konuşurken göz iletişimi kurmak: İnsanları rahatsız etmeyecek ölçüde, mümkün olduğu kadar çok göz iletişimi kurmalıyız. Konuşurken karşımızdaki kişinin yüzüne bakmak, o kişiye verdiğimiz değerin, duyduğumuz saygının ifadesidir.

Uyarı niteliğindeki işaret parmağını kaldırmak en çok kullandığımız parmak hareketlerinden birisidir. Bir ölçüde tehdit de içerir. Karşılıklı konuşmalarda bu ve benzeri hareketler yapılmamalıdır.

Şunu unutmamak, bize beden dilini doğru kullanmamız gerektiğini hatırlatır; Karşıdakine saygılı davrandığımız oranda sayılır seviliriz, o oranda iletişimimiz olumlu sonuçlar verir.

Özgüven sahibi bir karakter ayaktaysa dik durmalı, oturuyorsa sandalye ve koltuğu tam olarak doldurup arkasına yaslanmalıdır. Eğer karakterin özgüveni yoksa, bunun tam tersi geçerlidir.

Ayakları fazla açmak ya da süklüm püklüm bir görüntü oluşturacak şekilde oturmak farklı mesajlar içerdiğinden, dikkatli kullanılmalıdır. Bu aynı zamanda el teması için de geçerlidir.

“Yakın olmak” önemli bir detaydır. Her kişi diğeriyle mesafesini onunla olan samimiyetine göre belirler. Esas olan kişisel alan ilkelerini göz ardı etmeden insanlara daima, onları rahatsız etmeyecek, mümkün olan en yakın mesafede durmaya gayret edilmesidir. Ayrıca Konuşulan insana dönük durulmasıdır. Ama karakterlerin tercihleri ve bakışları farklı ise, o farklılığın yaratacağı gerilim tek başına “yakın olma” detayından hareketle dahi gösterilebilir.

Şunları hepimiz biliriz; “Kendinize gösterdiğiniz özen kendinize verdiğiniz değerin ifadesidir.

Derli toplu, temiz, düzgün bir dış görünüşümüzün olmasını sağlamalıyız. Güzel bir dış görünüş sessiz bir tavsiye mektubudur.” Karakter tasarımlarında bu detayı atlamamak lazım…

Beden dilinde şu detaylar ilgi çekebilir;

“Aşırı göz temasında bulunmak, aşırı el-kol hareketleri, sürekli sabit durmak, fazlaca rahat hareketlerde bulunmak, duvara veya masaya yaslanmak, ayak uzatmak, ayakları çaprazlamak, kolları önde veya arkada bağlamak”

O nedenle yazar karakterlerin -yerine göre- şu detaylarını okuyucuyla paylaşmalıdır;

“Beden duruşu, mimikler, tikler, eller, başın kullanımı, oturmak için seçilen yer, giyim, bakım ve makyaj, jestler, göz teması, ayakların kullanımı, oturma biçimi, mesafe ve kullanılan aksesuarlar”

Klişeler

İyi bir yazarın en uzak durması gereken şey önyargılardır. Yazar hiçbir konuya, öğeye, etkene, etmene, hiçbir şeye önyargı ile bakamaz. Bu durum klişeler için de geçerlidir. Klişe kullanmak bir hata veya ayıp değildir. Aslında klişe “basımevinde, baskı işinde kullanılmak ereğiyle üzerine kabartma ya da oyma resim, şekil, yazı çıkarılmış metal kalıp” anlamına gelir. Ama bizim branşımızdaki anlamı, “uzun süre çok fazla kullanılmış ve artık etkisini yitirmiş ifade, fikir ya da öğelerdir. Klişeler genellikle bazı olaylar sonrası beklenen veya tahmin edilebilen tepkilerdir. Klişeler her zaman yanlış bilgi ve fikirler içermez, bir klişe doğru olabilir veya olmayabilir. Bazı klişeler tamamen gerçektir”.

Önemli olan klişelere dayanan, klişelerle dolu çalışmalar yapmamaktır. Aslında klişe kötü bir şey değildir. Bir bakıma klişeler okuyucunun okuma alışkanlıkları çerçevesinde yer alır. Okuyucu genellikle birtakım klişeleri sever ve okuma eylemi sırasında klişeler ile ilişkili beklentisinin karşılanmasını umar. Hiçbir yazar bütün klişelerin tamamen dışında, okuyucuya her durumda yeni bir söz söyleyerek, bütün klişelerin dışında kalan bir kitap veremez. Çünkü yazar böylesine bir değişiklik ve hatta bir dönüşüm hedeflese de bunu yazısına yavaş yavaş yedirerek verebilir.

İyi bir yazar yazdığı yazının içeriği ile ilgili ve ilişkileri takip etmelidir. Bunları kullanıp kullanmamak konusunda takdir elbette yazara aittir. Ama yazar bu klişeleri -kullanmayacak olsa dahi- diğer yazarların üretimlerini yorumlayabilmek adına bilmelidir. Bu sayede en azından tekrara düşmemeyi sağlar.

Tasvir…

Tasvirler yazının önemli bir kısmıdır. Örneğin siz yazıda bir mezarlıkta, soğuk bir kış günü mezar taşına dayadığı tüfeği ile suikast için hazırlık yapan bir katilden söz edecekseniz, birtakım tasvirler de gerekli olur. Hava nasıl, mezarlık nasıl, mezar taşı nasıl, mezar taşının gördüğü alan nasıl, katil nasıl görünüyor ve hazıklıklar nasıl, gibi…

Ama tasvirler sayfalar dolusu olmamalıdır. Çok ayrıntılı tasvirler konuyu dağıtır, okuyucunun dikkatini, yoğunlaşmasını engeller. Ayrıca yazıya uzun bir tasvirle girmemek her zaman daha iyidir. Tasvirlerde çarpıcı metaforlar, benzetmeler yer alabilir. Bence kısa ve çarpıcı tasvirler her zaman daha etkili ve faydalı olur. Daima tasvir yaparken, beş duyunun mümkün olduğu kadar çoğunu da eklemelisiniz. Konu deniz ise örneğin denizin kokusu, dalganın sesi, tuzlu suyun tadı, maviliği ve suyun soğukluğu -yazının izin verdiği ölçüde ve okuyucuya aktarmakta fayda olduğu nispette- yer alabilir.

Yine aynı mezarlığa dönelim… Katil için “eşgal bildirir gibi” veya “sanki robot resim çizecek polise yardım eder gibi” tasvir bir fayda sağlamaz. Ama katilin “taşlaşmış toprak üzerinde yaslandığı mezar taşı kadar soğuk bakışa” sahip olduğunu belirtmek iyi olabilir. Katilin yüzündeki derin çizgilerin küçük ve köhne bir balıkçı kasabasının kaldırım taşlarını hatırlattığını” ifade etmek yerinde olabilir. Kurban hakkında ise, “yüzünü kaplayan gözlükle sadece ziyaret ettiğin mezarda yatan kocasının ruhuna saygı ve çevresine uygun giyinmeyi değil, aynı zamanda katili ile de göz göze gelmemeyi hedefleyen, tebeşir mavisi, uzun tüylü montlu olgun kadın” demek tatminkâr olabilir. Ancak okuyucu sizin dil oyunu yeteneğinizi de sözcük dağarcığınızın kapasitesini de merak etmez. Genel olarak okuyucu “şık ve sade” anlatımı yeğler.

Sürpriz yapmak…

“Sürpriz” çalışmanızı ya başarılı kılar ya da öldürür. Öykü ve roman, ya da dizi veya sinema, hangi mecra olursa olsun, yazar sürprizi hedef kitleye iyi satabilmelidir. O nedenle sürprizlerinizi, “elinizde patlamaması için” çok dikkatli biçimde tasarlamanız gerekir.

Esas olarak sürpriz birkaç türlü olabilir. Hedef kitle sürprizi başından beri veya belli bir zaman noktasından itibaren bilir ve bilinen bu durum karakterlerden birisi, muhtemelen kahraman için sürprizdir.  Hedef kitle bu durumda, söz konusu karakterin sürpriz ile ilişkisini merak eder ve takip etmeye başlar. Yine mezarlığına dönelim. Acaba katil öldürmek için hazırlık yaptığı kişinin aslında onu kiralayan kişi olduğunu bilmekte midir? Acaba bunu öğrenecek midir? Acaba öğrenince nasıl bir tepki gösterecektir?

Sürprizin kahraman için değil, hedef kitle için olduğu durumlar da vardır. Eğer sürpriz sağlamsa çalışmanın “doruk noktası” olabilir. Ama dediğim gibi, bu mizansen zayıf kalırsa, sürpriz çalışma masanızda patlar…

Sürprizleri hazırlarken, dikkat etmeniz gereken bir detay var. Sürpriz “pat diye” olmamalıdır. Her sürprizin öncesinde bir “gerilim” yer almalıdır. Eğer bir sürprizi öncesinde gerilim ile beslerseniz, daha iyi sonuç alabilirsiniz. Bunu biraz daha iyi anlamak için yeniden mezarlığa dönelim;

“Katil mevzilendiği mezar taşının arkasında hazırlıklarını yapmıştır. Uzakta, bir selvinin önündeki, çok da dikkat çekmeyen bir mezara ziyarete gelen küçük grubun içindeki mavi montlu kadına nişan almaya çalışmaktadır. Halbuki bu sırada bir başka keskin nişancı tüfeğinin dürbünüyle takip edildiğinin farkında değildir. Hafif rüzgâra rağmen ve yaklaşık 850 metreden nişan alan adam, katilin kalbini sırtındaki siyah montun üzerinde hedef aldığı anda gülümsedi”

Gerilim başladı. Acaba ikinci katil neden ortaya çıktı? Acaba birinci katili öldürecek mi?

Eğer bu gerilimin devamında ikinci katil birinci katili öldürürse, sürpriz olmaz. İkinci katil mavi montlu kadını vurursa sürpriz olur. Ama her ne olursa olsun, o tetik düşünceye kadar bu gerilim sürecini ya tek başına ya da paralel süreçlerle geçişlerle sürdürmek gerekir.

Çok klasik bir anlatımla; Bir masada iki kişi yemek yerken bir bombanın aniden patlaması sürprizdir. Ama bir masada iki kişi yemek yerken, masanın altında saatli bomba olması gerilimdir. Bu süreçte hedef kitlenizin saatli bombanın masanın altığında olduğunu öğrenmesi, yemek yiyen iki adamın bunu bilmemesi, daha sonra bombanın patlaması iyi bir süreçtir.

Bir husus daha var; Acaba şu sorunun cevabını bilen var mı; Bomba ne zaman patlayacak? Birinci adam biliyor mu? İkinci adam biliyor mu? Acaba ikisi de biliyor olabilir mi? Bilmiyormuş gibi mi yapıyorlar? Bir de hedef kitleniz bombanın patlayacağı zamanı biliyor mu? (Bilsin mi?) Veya hedef kitle bombanın patlayıp patlamayacağını biliyor mu? En önemlisi bomba patlasın mı? Patlamasın mı?

Her bir seçeneğe uygun gerilim-sürpriz örgüleri geliştirebilirsiniz. Her bir dizilişte, önümüze farklı seçenekler çıkar.

Sürprizlerde bir püf nokta vardır. Tıpkı mizahta da olduğu gibi hedef kitleniz sizden küçük bir zekâ gösterisi bekler. Bir bakıma yazarların okuyucularına zihnini teşhir etmesi ve akıllı olduğunu ispat etmesi beklenir. Eğer sürpriziniz “meğerse” diye başlıyorsa, unutun. Bunun sonucu fiyasko olur. Hedef kitle, haklı olarak sizin plansız çalıştığınızı ya da planınızı bozduğunuzu ve içine düştüğünüz açmazdan kurtarmak için “kıvırdığınızı” düşünür. Mezarlığa dönelim. Katil ateş eder, kadın vurulur ama ölmez. Meğerse o katili kendisini vurmasını için kiralayan kadın, fark ettirmeden kurşunları kurusıkı ile değiştirmiştir… Zaten meğerse katil de bunu fark etmiştir, bütün olayların birbiri ile bağlantısını anlamıştır da bakalım ne olacak diyerek, yakalanmak için oraya gelmiştir… Böyle şeyler -bence- yapmamak lazım.

Hedef kitle ne istiyor?

Sizin mutlaka bir hedef kitleniz vardır. Ürettiklerinizi takip eden, satın alan ve devamını bekleyen herkesi toplamda hedef kitleniz olarak kabul edebilirsiniz. Henüz bir hedef kitleniz olmasa da ileride olacağı için daha şimdiden hedef kitlenize bakış açınızı belirlemelisiniz. Çünkü ilk okuyucunuzla, izleyicinizle beraber sizinle hedef kitleniz arasında bir “akit” gelişti diye düşünebilirsiniz.

Hedef kitleniz için şu sorulara cevap bulmanız lazım; Acaba benim hedef kitlemde kimler yer almalıdır? Benim hedef kitlemde yer almasını arzu ettiğim kimselerin benden ve çalışmalarımdan beklentileri nelerdir?

Bu beklentileri karşılamak zorunda değilsiniz. Siz kendiniz için üretmelisiniz. Siz istediğiniz gibi üretmelisiniz ve bu konuda hedef kitle tasarımınızın size sınır getirmesini kabul etmemelisiniz.

Ama yine de hedef kitlenizin tercihlerini, eğilimlerini ve beklentilerini bilmeniz, görmeniz gerekir. Örneğin hedef kitlenizde kadınlar yer alıyorsa -ki mutlaka yer alıyordur- veya yer alacaksa -ki almaması mümkün değil- bu durum sizi sınırlamamalı, tam aksine daha iyi ve daha fazla üretmeye ve üretirken dişil değerleri ve kimlikleri önemsemeye teşvik etmeli.  Parantez arasında belirteyim, kadınlardan destek gören ve güç alan yazar başarılı olur. Kadını yok sayan veya umursamayan hiçbir kalem hayatta kalmaz.

Her durumda kesin olan bir şey var; Türkçe yazacağınıza göre hedef kitleniz bu ülkenin insanlarından meydana gelecek. O halde siz de hedef kitleniz ile ilgili “trendleri” izlemelisiniz. Hedef kitlenizin ekonomisi, politikası, ruhsal durumu, toplumsal değerlerinin rota ve “psikoloji” konularında gözlemci olmalısınız.

Hedef kitle konusunda çok dikkatli ve özenli olmalısınız. Emin olun, asla hedef kitlenizin ne istediğini tam olarak bilemezsiniz. Sadece bu da değil; hedef kitleniz ile okuyucu/izleyici kitleniz örtüşüyor mu, ondan da asla emin olamazsınız. Bazen sizin hedeflediğiniz kimseler ile sizi izleyen kimseler çok başka tercihlere sahip olabilir… Bunun üzerine düşünmenizi tavsiye ederim.

Dahası da var; Sizin hedef kitleniz veya izleyicileriniz ne istiyor, ne istemiyor? Bunu nasıl anlayacaksınız? Örneğin gelen bir e-postada yer alan yorum bunu çözmeye yeter mi? Tanıştığınız bir okuyucunun anlattıkları kâfi mi?

Sizi izleyen herkes sizinle ve yaptıklarınızla ilgili her konuda hemfikir olabilir mi? Ben pek çok defa aynı yazı ile ilgili olarak, birbirine çok yakın özelliklere sahip iki okuyucudan “taban tabana zıt” tepki aldım. Dolayısıyla kendinizi hedef kitleniz ile ilgili şartlandırmayın. Okuyucularınız konusunda koşullandırmayın. Siz elinizden gelenin en iyisini yapın. Üst tarafını sonraya bırakın.

İçerisinde yer aldığımız dönem için söylüyorum; Kadınlar daha fazla okuyor. Kişisel gelişimin öneminin en iyi anlaşıldığı dönemdeyiz. Okuyucular çoğunlukla “bir sorunu çözecek” veya “bir çözüm için gereken beceriyi verecek” kitapları tercih ediyorlar. Okuyucu kitap alacağı zaman, eğer söz konusu tercih roman veya benzeriyse “işlenen tema ve hikâyeye” göre karar veriyor. Son olarak kişisel gelişim + yazı sanatı, yani kişisel gelişimi içeren, işleyen, aktaran öykü, roman ve saire beğeniliyor.

Bir de sizden ricam var; Hayal kurun, mutlaka kurmalısınız, ama hayal içinde yaşamayın. Ayaklarınız yere bassın.

İmge ve imgelem…

Yaratıcı yazarlık eğitimleri başta olmak üzere pek çok alanda bu iki sözcük çok sık kullanılır. O nedenle de biraz antipatik görülebilir. Rahatsızlık verici olduğu bile söylenebilir. Ama bu iki kavram da çok, ama çok önemlidir. Hatta denilebilir ki, bu işin anahtarı bu iki kavramdır.

Özetle imgelem, bir kimsenin zihninde canlandırma fiilidir. Canlandırılana da imge diyoruz. Onu yaratmaya da imgeleme denilir. İngilizce ve Fransızca’dan aktarılan ifade ile “imajinasyon”. Tıpkı Beatles şarkısı “imagine” gibi. Başka sözcüklerle bir imajı yaratma işlemine imajinasyon denilir. Eski dildeki “tahayyül” ve “muhayyile” gibi.

Zihninizde üreteceğiniz tasarımda, okuyucunun beş duyusundan çoğuna hitap edecek detaylar yer alabilmeli. Zihindeki tasarımı eksiksiz biçimde kâğıda dökmek ve okuyucunun da sizin zihninizden kâğıda aktarılanı noksansız alabilmesi kolay iş değildir. Ama siz bunu sağlayabildiğiniz ölçüde başarılı olursunuz.

Yazarın yetiştiği ortam, aldığı eğitim, yaşadığı şehirler, okuduğu kitaplar, yaptığı geziler, karşılaştığı iyilikler ve kötülükler, dünya algısı ve bunlardan çok daha fazlası bir araya gelir ve onun zihinsel üretimini destekler. Bu çerçevede yazarın düş gücü biçimlenir ve büyür. O sayede yazar düşler kurar. O düşlerden ürettiği olguları, olayları, karakterleri ve her şeyi daha sonra okuyucularına sunar. Yani imgeleme yapar ve imgeler üretir. Bu imgelem süreci onun yazarlığına katkı sağlar.

Unutmayın, her şey düşleyerek başlar. Hayatımız bizim düşlerimiz sayesinde daha iyi bir yer haline gelir. İlk uçak da bir düştü. Herkesin bütün dünyada, farklı şehirlerde aynı anda aynı şarkıyı dinleyebilmesi de…

Okuduğunuz okul da evlendiğiniz kişi de tuttuğunuz takımın şampiyonluğu da önce bir düştü, sonra gerçek oldu. Yazarlar bu çerçevede düşleri gerçekleştirirler. Hiçbir şey düşlemeden olmaz. The Beatles’ın, John Lennon’u dediği gibi;

Cennetin olmadığını hayal et

Eğer denersen bu kolay

Altımızda cehennem yok

Üstümüzdeyse sadece gökyüzü var

Hayal et bütün insanların

Bugün için yaşadığını…

Hiç ülke olmadığını hayal et

Bunu yapmak zor değil

Öldürecek ve uğruna ölecek bir şey yok

Ve din de yok

Hayal et bütün insanların

Hayatı barış içinde yaşadığını

Mülkiyetin olmadığını hayal et

Yapabilir misin merak ediyorum

Hırsa ve açgözlülüğe gerek yok

İnsanların kardeşliği

Hayal et bütün insanların

Tüm dünyayı paylaştığını

Benim bir hayalci olduğumu söyleyebilirsin

Ama tek ben değilim

Umarım bir gün sen de bize katılırsın

Ve dünya yekvücut olarak yaşar”

Burada John Lennon “imgeleme” yapmıştır. Her mısra birer imgedir. Bol bol düş kurun, yani imgeleme yapın. Bu imgelemeler sayesinde imgeler üretin. Her şey bir tarafa sizin soyut düşünme yeteneğinizi geliştirir.

 Ne ekerseniz onu biçerseniz…

Bu özdeyişi bilirsiniz. Bu söz sizin yazarlık mesleğinizin mihenk taşında yazılır. Bol bol okursunuz, yazarsınız, deneyim kazanırsınız. Elinizden geldiği kadar gözlem yaparsınız. Mümkün olduğu kadar çok film ve dizi seyrettiniz. Ayrıca her fırsatta tiyatroya gittiniz. Hep özgün fikirler tasarladınız. Pek çok insanla tanıştınız. Bolca düşlediniz. Her konuda düşler kurdunuz. Bunlar sizin ekiminizdir.

Daha sonra masaya oturduğunuzda ve güzel satırlar yazmaya başladığınızda, o ektiklerinizi biçersiniz. Eğer ekimi yetersiz yaparsanız, hasadınız da kötü veya yetersiz olur. Eğer böyle bir olumsuzlukla karşılaşırsanız, ne yapacaksınız? Elbette yeniden ekeceksiniz! Ne zamana kadar? Sonsuza kadar! Sonsuza kadar ekin, bu sayede sonsuza kadar biçeceğiniz ekininiz olsun. Hayat boyunca güzel hasat yapabilmek için ekime önem verin. Ekim ne kadar başarılı olursa, o tarlada düşleriniz de o kadar bereketli olur. O imgelemler sayesinde elde edeceğiniz hasadı biçmeniz de kim bilir, belki en güzel kitapla olur…


“Ben buyum, ben böyle yapabiliyorum”

Bazen duyarsınız, bir kimse bir iş yapar. Sonra o işten anlayan birisi bunu görür ve eleştirir. O zaman şu cevap duyulur; “Bana ne? Ben buyum, benim tarzım böyle” veya “ben böyle yapabiliyorum”. Hatta “sen yapsaydın o zaman”…

Bu sözlerin günlük dilde anlamı şudur; “Evet yapamadım. Uydurdum. Yuttururum sandım. Aman ne olmuş? İyi ve doğru yapmak zaten umurumda değil. Ben zaten beceriksizim. Bir de böyle üste çıkmaya çalışacak kadar küstahım”

Profesyonel kimseler, işine, emeğine saygı gösterenler böyle konuşmaz. Her işin kuralları vardır. Her kuralın bir nedeni vardır. Eğer siz birtakım kurallara itiraz ediyorsanız ve onları yıkmak istiyorsanız, öncelikle bunun hakkını verecek bir iş yapmalısınız. Bilgi ve beceri eksikliği “tarz” diye sunulamaz.

Yetersiz çaba ve başarısız sonuç “ben bu kadar yapabiliyorum” diye izah edilemez. Onun adı tembellik olabilir, anlamamak olabilir, ama “ben bu kadar yapabiliyorum” demek değildir. Ayrıca kimse size; “Öyle mi, pardon… Demek, siz bu kadar yapabiliyorsunuz. O halde biz artık bu mesleğin doğrularını böyle değiştirelim” de demez.

Siz başarısız bir ameliyattan sonra hasta yakınına “o zaman ameliyatı sen yapsaydın” diyen bir doktorla karşılaştınız mı? Size birisi çok kötü pişmiş bir yemeği, yanmış, içi kömür dolu bir tavayı masaya koyup, “ben bu kadar yapabiliyorum”, diyen bir aşçıya ne dersiniz?

Unutun… Bu sözleri unutun. Sessiz, karanlık, bir kör kuyuya atın. Bir daha da aklınızdan dahi geçirmeyin.

Fotoğraf kullanmak önemli…

Fotoğraf kullanmak yazmak isteyenler için özel bir fayda sağlar. Çok okuyanlar her zaman daha iyi fotoğraf çekerler. Fotoğraf çekenler her zaman daha iyi gözlemcidirler. Ayrıca detayları çok başarılı biçimde fark edip, izleyebilirler.

Fotoğraflar her zaman işinize yarar. Eğer bir öykü yazacaksanız, söz gelimi İstanbul Boğazı’nda balık avı konusunda, elinizden geldiği kadar çok görsel derleyin. Ayrıca olanağınız varsa, siz de fotoğraflar çekin. Arşivleyin, düzenleyin. Hem sizin kompozisyon yeteneğiniz gelişir hem de tespit ettiğiniz ayrıntılardan daha iyi yararlanırsınız. Bundan başka okuyucuya aktarmak istediklerinizi daha doğru iletebilirsiniz.

Bunun yanı sıra ünlü ressam Osman Hamdi Bey de resmini yapmak istediği objelerin ve mizansenlerin fotoğrafını çektirir ve daha sonra fotoğraflar üzerinden çalışırdı. Eğer öykünüzde bir bölüm ormanda ise, o ormana gidin, fotoğraflar çekin. Neyin nerede olacağını tasarlayın, notlarınızı alın.

Şayet öykünüzde bir taksi durağı varsa, vaktiniz ölçüsünde birden fazla taksi durağına gidin, orada vakit geçirin. Gecesini, gündüzünü gözlemleyin. Yine fotoğraflayın. Yakalayacağınız enstantaneleri yazı çalışmanızda işleyin.

Fotoğrafla uğraşırken elde edeceğiniz kompozisyon deneyimi ve detaycılık kadar, bir başka önemli şey daha var; Sizin satırlarınız, yani düşsel tasarımlarınız, imgelemleriniz okuyucunun zihninde doğru canlanmalı. Sizin satırlarınızla yaratacaklarınız, örneğin ormanda bir kavga sahnesi veya balık halinde pazarlık edilmesi, bir fotoğraf gibi hem gerçekçi hem de orantısal doğru canlanmalıdır.

O nedenle yazınızda gerekli yerlerde fotoğraf bilginizden ve deneyiminizden de faydalanabilirsiniz.

Bazen bir fotoğraf karesi her şeyi değiştirebilir. Sizi etkileyen bir fotoğraf veya bir fotoğrafta gördüğünüz büyük bir ayrıntı sizin zihninizde yeni birtakım süreçleri tetikleyebilir. Bazı fotoğraflar sizin için yazmanın başlangıç noktasını da teşkil edebilir.

Bir tavsiyem var; Bir fotoğraf seçin. Bunu da rastgele yapın. Söz gelimi eski bir Ankara fotoğrafı… Ya da yol kenarında bir şey bekleyen adamlar… Her şey olabilir. Bu fotoğraf üzerine düşünmeye başlayın.

Fotoğraftaki kimseleri kimliklendirin. Fotoğrafta gördüklerinizden hareketle bir olay üretin. Karakterlere bağlı bir olay olsun. Fotoğrafla canlandırdığınız olay ile ilgili bir karar verin. Bu fotoğraf o olayın başlangıç noktası mı, yoksa bitişi mi? Yazmaya başlayın.

Olaya bağlı anlatım biçimine “öyküleme” denilir. Bu anlatım tekniğinde olay bir akış içerisinde anlatılır. Size lazım gelen materyal ise elinizdeki fotoğraf. Aklınıza Cem Karaca’nın “Resimdeki Gözyaşları” şarkısı gelsin.

Fotoğrafta bir “an” var. O “an” bir “olayı” size sunuyor. Siz o “olayı” alıp, görebildiğiniz karakterlerle beraber, “belli bir yerde ve zaman diliminde” tanımlayın.

Fotoğraflar size “tasvir” yeteneğinizin ve alışkanlığınızın da gelişmesine katkı sağlar. Diyelim ki, fotoğrafta iki adam sahilde balık tutuyor. Tasvir edin, elbette yazarak ve ayrıntılı biçimde. Adamları, havayı, sahili, denizi, oltaları ve görebildiğiniz her şeyi.

Öyle olmalı ki, siz bu tasviri bir başkasına okuttuğunuzda onun zihninde sizin elinizdeki fotoğraf canlanabilmeli.

Fotoğrafla çalışırken, şuna dikkat edin: Her fotoğraf bir şey anlatır. Her fotoğraf bir hikâyenin donmuş karesidir. Öncesi vardır, sonrası vardır. Hatta, bu durum vesikalık fotoğraf için dahi geçerlidir. Fotoğraf incelemesi yaparken, fotoğrafa sorun, “sen bana ne anlatmak istiyorsun” diye. Fotoğrafa sorun, “senin hikâyen nedir” diye.

Elbette fotoğraf denildiğinde teknik detaylar da önemli açı, mesafe, ışık gibi. Ama bizi ilgilendiren fotoğrafta kompozisyon ve o kompozisyonun içindeki ilgi odağı. Fotoğrafta ilk bakışta dikkatinizi çeken nedir? İkinci şey nedir? Fotoğrafta gözdem kaçan bir detay var mı?

Fotoğraflar ile çalışmak çok güzeldir. Ayrıca zihin de açar. Vaktiniz olduğunda bir fotoğraf seçin. Önce bireysel olarak daha sonra da ekip halinde fotoğrafı eleştirin. Onun anlattığı hikâyeyi bulun. Hatta, onun üzerine bir hikâye geliştirin.

Serbest zihin akışı

Yazmak insanın kendisini en doğru biçimde ifade etmesidir. Yazmak çok ciddi bir zihin faaliyetidir. Kurallara başlarken, öncelikle size bir tavsiyem var, “serbest zihin akışı” çok önemli, çok kıymetli ve çok faydalıdır.

Dilediğiniz gibi bir ortam hazırlayın. Bence sessiz ve hafif loş olması iyidir. Yalnız başınıza olun. Arzu edersiniz sevdiğiniz müziğinizi de açın. Bilgisayarda boş bir sayfa açın. Hiçbir şekilde acele etmeyin. Uzun uzun, boş boş ekrandaki parlak beyazlığa bakın…

Ardında aklınızda ufak tefek bir şeyler şekillenmeye başlar. Aklınızdan geçen, zihninizde canlanan ne varsa, peş peşe yazın. Bu arada, henüz bu aşama yazım kurallarına, hatalara takılmayın. Sonra zaten üzerinden bir kez daha geçeceğiniz zaman toparlarsınız.

Zihninizden ne geçerse, hepsini yazın. Birbirinden kopuk cümleler, eksik anlatımlar, birbirine benzeyen sözcükler. Adeta bir arıktan bir tarlaya çağlayan su gibi; Ne varsa dökülsün. İsimler, ağır küfürler, yarım yamalak mısralar, kırık dökük şarkı sözleri ve saire…

Ekrana dökülenleri kaydedin. Bu çalışmayı “tematik” de yapabilirsiniz. Bunun için bir konu seçmeniz lazım. Seçeceğiniz tema tamamen size kalmış. Örneğin “son yaz tatiliniz” olabilir. “Dedeniz” olabilir. Seçim yaparken bir kavram, olgu veya olay da kullanabilirsiniz. Söz gelimi, bilgisayarda yeni bir sayfa açın ve “tüketmek” size neler düşündürüyor, sizdeki çağrışımı nedir, düşünün, yoğunlaşın ve zihninizden dökülenleri olabildiğince kaçırmadan ekrana yazın…

Bunu, sevmediğiniz kavramlar ve hayatınızda yer vermek istemediğiniz insanlar için de yapabilirsiniz.

Yazmak şifadır!

Her şey bir yana, kendinizi depresif hissediyorsanız, çok iyi gelir. Ama bundan daha fazlası da var; Yazmak şifadır!

Çünkü yazmak öğrenmeyi kolaylaştırır. Kişinin gelişimine büyük katkı sağlar. Bireyin kendisini keşfetmesini sağlar. Her kim kendini ifade etmekte başarılıysa, mutlaka yazıyordur. Ayrıca yazmak herkeste özgüveni artırır.

Bir kişi itiraz edecekse, duruş sergileyecekse, görüşünü ortaya koyacaksa, tavrını gösterecekse, bunu etkili biçimde yazarak yapar.

Yazmak soyut düşünmeye geçişin de eşiğidir. Yazı dünyası simgeler, semboller ve alegorilerle dolu bir dünyadır. Anlamlar, kavramlar ve olgular yazı dünyasında vardır. Yazan kimselerde akıl ve zekâ doğal olarak gelişir. Muhakeme kabiliyeti kendiliğinden büyür.

Yazma alışkanlığı herkese bireysel planda, sosyal zeminde, iş ortamında ve hatta akademik düzlemde avantaj sağlar. Batıda yaratıcı yazarlık kursları Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra başladı. Ayrıca İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki yıllarda ise terapi olarak uygulanmaya başlandı.

Bu sayede insanlar savaşın ruhlarında açtığı ağır yaraları ve içine düştükleri bunalımları yazma eğitimi ile atlattı.

Meçhule mektuplar…

Tam yeri gelmişken… Ne kadar oldu, mektup yazmayalı? Yazmalısınız… Mektuplar çok güzeldi. Çok gerekliydi, halen de öyle… Dilediğiniz gibi yazın… Eğer posta pulu yalamış kuşaktan iseniz, yani postaneye mektup yetiştirmişliğiniz varsa, işiniz biraz daha kolay. Hani şöyle, “sevgili arkadaşım nasılsın, iyi misin? Beni sorarsan ben iyiyim” gibi veya “küçüklerin gözlerinden, büyüklerin ellerinden öper, sana da mahsus selam ederim” diye yazılan mektuplardan.

Her iş gibi yazarlıkta da “egzersiz” yapmak çok önemlidir. En başarılı yazarlar en çok okuyanlar ve en çok egzersiz yapanlardır. Hem yazma egzersizi olması, yani yazınızı geliştirmek için hem de yazmaya yatkınlığınızın artması için meçhule mektuplar yazmalısınız.

Ölen dedenize, sevmediğiniz amcanıza, terk eden sevgilinize, çok sevdiğiniz köpeğinize, ünlü veya ölü bir siyaset adamına, gençlik yıllarında hayranlık duyduğunuz bir sanatçıya ve saire.

Ona söylemek istediğiniz her ne ise, daha önce söyleyemediğiniz ne var ise, eksik kalan ne ise, bir bir, peş peşe yazın.

Bu mektupları hem “ciddi” yazabilirsiniz hem de “mizahi anlayışla” yazabilirsiniz. Hatta, bir sonraki aşamada, bunlardan veya benzerlerinden birisinin ağzından bir diğerine yazabilirsiniz. Sonra birinin ağzından diğerine, ama başka biri hakkında yazabilirsiniz. Böylece karakter, olay, olgu, örgü, kurgu ne varsa hepsini bir arada çalışmış da olursunuz.

Yazmanın kuralları

Yazmaya karar verdikten sonra, bunu başarılı biçimde hayata geçirmek için bir şeye ihtiyacınız var; O da yazmanın kuralları… Bunlar sizin işinizi kolaylaştırır. Yaptığınız işe, yazınıza kalite ve değer ekler.

Yazarken karşınızdaki bir sandalyede birisinin oturduğunu düşünün. Siz yazarken, o kişi yazdıklarınız hakkında size ara sıra şu soruyu sorsun; “İyi de… Sen bana bunu neden anlattın?”.

Yazmanın senin için, okumanın da okuyucu için bir nedeni olmalı… Okuyucu bu yazıyı okuduğunu daha sonra hatırlamalı. Yani onun için onun aklında bu yazıdan bir şey kalmalı.  Yazar emin olmadığı konuda yazmamalıdır. Yazar ya o konuyu çok iyi bilmelidir ya da o konuda yeterince araştırma yapıp, gerektiğince kişi ile görüşmüş olmalıdır.

Sırasıyla; Bir konumuz var… Bir cümle ile özetleyebildiğimiz bir hikâyemiz var… Sırada karakterler var. Karakterlerim saptadık. Her bir karakterin özelliklerini tespit ettik. Hikâyeye etkisi olmayan karakterleri eledik. Anlatıcı da önemlidir. Bazen en ön plandaki karakter kadar da önemli olabilir. Anlatıcının özelliği, bütün hikâyeyi bilir, bütün detaylara hâkimdir. Anlatıcı hakkında önemli bir nokta vardır; Anlatıcı yazar değildir. Yazar bunu iyi bilir.

Çekilen konu ve o konuyla ilgili hikâyede yer alan karakterlerin birbiriyle ilişkisini de sabitledik. Sırada olaylar var. Hikâyede yer alan olaylarımızı sıraladık. Bir örgü gibi dizdik. Her bir olayın karakterlerle ilişkisini de biliyoruz.

Bu olay örgüsünü ve karakterlerin konumunu basit bir çizelge veya şema ile gözle görülür hale getirdik. Şimdi elimizde hikâye haritamız var.

Bu noktada şu bilgilere ihtiyacımız da var; Hikâyedeki mekânlar ve zamanlar. Eğer birden çok ve farklı mekânlar ve zamanlar varsa, bunlar arasında geçişlere de dikkat etmemiz lazım.

Yazar olarak şunu aklımızdan çıkaramayız; Okuyucunun ona ne anlatmak istediğimizden de aktaracaklarımızdan da haberi yok. Yani bir “kadın at arabasına doğru yürüdü” diye yazdığımızda, onun hangi kadından ve nasıl bir attan söz ettiğimizi anlaması lazım. Gereksiz tasvir olmasa da hemen her şeyin niteliğini ve niceliğini ifade etmek gereklidir.

Tekrar ve tekrar altını çiziyorum; Yazar dilbilgisi kurallarına uyar. Yazar dilbilgisi kurallarını değiştiremez, onlara yorum getiremez. Eğer okuyucunuz sizin dile saygı duymadığınızı düşünürse veya sizin dilbilgisine hâkim olmadığınız izlenimini edinirse, sizden vazgeçer. Eğer okuyucu sizin eserinizde yazım hataları, basım hataları, yayın hataları görürse, sizin özensiz çalıştığınızı kabul eder ve savruk olduğunuza inanır.

Şayet yazdığınız eser, bir döneme aitse, o ait dili kullanmaya azami dikkat edin. Örneğin kimse 19. Yüzyıl’da “özdeksel, tinsel” gibi sözcükleri bilmiyordu.  Dönemlere ait, zamanın ruhunu gösteren kavramlar vardır. Farklı dönemlerin farklı kimlikleri vardır. Bu küçük detaylarda yapılan minicik hata, peşinden koskocaman bir fiyasko getirebilir.

Yazarken süsten uzak veya süslü yazmak için özel bir çaba harcamayın. Öncelikle yazın. Sonra üzerinde çalışırken, yeniden ve yeniden okurken, “pürüzlü” olan yerleri zaten kendiliğinizden tespit edip, toparlarsınız.

Serim-Düğüm-Çözüm…

Her ne yazarsanız yazın, bunun bir başı, bir de sonu olur. Baş ile son arasında ise gelişmeler yer alır. Bunların teknik adları sırasıyla “serim”, “düğüm” ve “çözümdür”. Okul yıllarında kompozisyon yazdırılırken öğretilen “giriş-gelişme-sonuç” ile aynı şeydir. Sadece artık sanatsal çaba ve profesyonel bir gayret içerisinde yer aldığınız için teknik tanımlamalarda görülen bu tür farklılaşmaları da öğrenirsiniz.

Söz konusu yapı, yani bütünü meydana getiren bu unsurlar ana hatları itibariyle şöyledir;

Serimde anlatmak, aktarmak istediğiniz “olayı” okuyucuya sunarsınız. Okuyucu ne okuyacağını böylece görür, kabul eder. Bir bakıma şık bir restoranda masaya yapılan servisten önce verilen mönü gibi de düşünebilirsiniz. Okuyucu sonraki sayfalarda karşılaşacaklarını sezinler.

Gerek görürseniz, karakterler, zaman, mekân ve benzeri birtakım bilgileri okuyucuya burada aktarabilirsiniz.

Düğüm serimden sonra gelir. Düğümde “serimde olacağını hissettirdiğiniz olay” açılmaya başlar. Daha sonra gelişir. Bu bölümde asla acele etmeyin. Yavaş gitmek her zaman hızlı gitmekten daha iyidir. Okuyucu gelişmelerin tadını çıkarsın. Düğüm bölümünde okuyucunun merakının tepe noktasını yakalamalısınız. Serimden sonra başlayan ve giderek artan bir gerilimin sonlanması da düğüm bölümünün sonudur.

Çözümde gerilim bitmiştir. Genellikle çözüm her üç bölün arasında en kısa olanıdır. Çözüm bittiğinde okuyucunun aklında soru işareti kalmamalıdır. Şunu unutmamak lazım; Serim ne kadar güçlüyse ve düğüm ne kadar iyiyse, çözüm de aynı derecede başarılı olmak zorundadır.  Çünkü siz başarılı bir serim yaptığınızda da çok iyi bir düğüm yazdığınızda da her defasında okuyucunun beklentisini daha yüksek bir noktaya taşıyorsunuz.

Anlatıcı kim olmalı?

Bir anlatıcıya ihtiyaç duyulur. Öyküde, romanda, bazen filmlerde bir anlatıcı izleyiciyi, okuyucuyu bilgilendirir. Onlara hem başkarakter hakkında hem de olay örgüsü ile ilgili önemli aktarımlar yapar.

Anlatıcı anlattığı olayı bizzat yaşamış, hatta ondan etkilenmiş olabilir. Örneğin bir deniz savaşını, o savaşa katılan bir bahriyeli anlatıyor olabilir.

Anlatıcı olayı yaşamamıştır; O tanık olmuştur. Söz konusu olaydan etkilenmemiş de olabilir. Söz gelimi o deniz savaşına bir liman kentinin tepesinden şahit olmuştur ve katılan askerlerin geldiği bir limanda onların sohbetlerini dinlemiştir.

Anlatıcı bütünüyle olayın dışındadır; Ne yaşamış ne de görmüştür. Olayı bir başka kişiden duymuştur. Bu durumda anlatanın o hadiseden etkilenmesi diye bir şey de söz konusu edilemez. Bir seyyah, bir tüccar gibi.

Anlatıcı ile olay arasında “zaman farkı” olabilir. Yani olay çok uzun zaman önce gerçekleşmiştir. Anlatıcı uzun yıllar sonra bu olayı herhangi bir başkasından duymuştur. O savaşa katılan bir askerin torunu veya o limandaki bir okulda derse giren öğretmen.

Anlatıcı belirsiz olabilir. Her şeyi bilir, sırasıyla paylaşır. Ama kim olduğu belirgin değildir.

Karakterler…

Çok iyi bir fikir yakalayabilirsiniz. Elinizde yazınız için harikulade bir konu vardır. Kimsenin aklına gelmeyen bir detay, kimsenin fark etmediği bir gerçek veya nefis bir kurgu planlamışsınızdır. Eğer karakterler doğru tasarlanmazsa, hiçbir şeye yaramaz. Yazınızın canı konusudur, yazınızın varlığı sizin vereceğiniz emektir. Ama onları ayakta tutan karakterlerdir.

Şöyle bir şey düşünün; Elinizde bir konu var, “zengin kız-fakir oğlan aşkı”. Hatta, bunu bir de heyecanlı hale getirelim. Aileler anlaşamaz ve âşıklara baskı yapar. Biraz daha büyütelim; Kavuşamazlar…

Şu ana kadar elinizde herhangi çarpıcı bir şey var mı? Yok! Bu fikir ile bir yayınevinin kapısını çalsanız, işe yarar mı? Yaramaz!  Bunu bir arkadaşınıza anlatsanız, size ne der? Güler!

Ama siz bu fikri, nakış gibi işlenmiş, doğru biçimde donatılmış çarpıcı ve inandırıcı karakterlerle tasarlarsanız, başarılı olursunuz! Edebiyat tarihi bunun harika örnekleri ile doludur. O halde karakter tasarımına çok zaman ayırmak ve çok emek vermek gerekir.

Yazınızda yer alan canlı herkes ve her şey bir karakterdir. Her karakterin onu var eden ve diğer karakterlerden ayırt eden özellikleri vardır. Karakterler ve özellikleriyle var olurlar ve tanınırlar. Karakterlerin hepsinin az veya çok, ama mutlaka içerisinde yer aldıkları yazıda bir işlevi vardır.

Karakterlerin başında “anlatıcı” gelir. Anlatıcının kim olduğu belli değildir. Genel olarak yazar olduğu düşünülür. Ama yazar olması da gerekli değildir. Anlatıcı bütün diğer karakterlerden farklı bir konuma sahiptir. Anlatıcı, olan her şeyi bilmektedir ve olacak her şeyi de bilmektedir. Anlatıcı mesajlarını doğrudan okuyucuya aktarır.

Diğer karakterler olayların oluşmasını ve gelişmesini sağlarlar. Olayları etkilerler. Değiştirirler, dönüştürürler. Karakterler için çoğunlukla “kişi” veya “kahraman” deyimi kullanılır. Ama biz karakter olarak devam edelim. Çünkü cin, peri ve dev gibi hayal mahsulleri için veya bitki ve hayvan gibi diğerleri için “kişi” demek uygun olmaz. Kahraman denildiğinde ise, bu deyime yapılan çeşitli anlam yüklemeleri nedeniyle, yerindelik ilkesine tam uyum sağlamıyor.

Bir yazıda yer alan canlıların üstlendikleri işlevler ve nitelikleri, nicelikleri esas olarak farklı karakterleri ortaya koymak olduğunu göre, aynı ölçütten hareketle karakter demek daha uygun olur. Gelelim karakterlerin türlerine;

Her olayda, hikâyede ve sairede bir asıl karakter vardır. Bizim bildiğimiz “esas oğlan” veya “esas kız”.  Bu karakter olayların merkez noktasında yer alır. Yazı bu karakterin etrafından döner. Asıl karakterin yanında, yardımcı karakterler vardır. Ayrıca bazı yazılarda hayali karakterler vardır; bu karakterlerden söz edilir, ama o karakterler o yazıda görülmez.

Tekrar altını çiziyorum; eğer bir karakter yazıdan olay örgüsünden çıkarıldığında bir şey eksilmiyorsa, bozulmuyorsa, hemen çıkartın.

Karakterler -bilhassa asıl karakter- ya “dümdüz” olur. Yani tavrı, duruşu, etkisi her şeyi sabittir. Yazı öyle başlar ve biter. Veyahut karakter “değişkenlik” gösterir; Taraf değiştirir, görüşü değişir. Hata yapar veya hatadan döner. Bazısı ise öngörülemeyen, hesaplanamayan tepkiler verir. Bu çerçevede karakterin iyi bilinirken, kötü olması gibi bir dönüşüm göstermesi de pekâlâ mümkündür. Genel olarak karakterle özdeşleşen bir özellik olması gerekir. O karakterin o yazıdaki konumu doğrudan bu özellikle ilişkilidir; Cesur olabilir, cimri olabilir veya tez canlı olabilir.

Karakterlerin bir bölümü, klişeler sayesine, belli bazı özellikleri abartılı biçimde vurgulandığı karakterlerdir. Bunlara “tip” de denir. Örneğin keçi sakallı, pipolu, fularlı, bereli ressam gibi… Tipler genellikle “tümden” iyi veya kötüdür. Yazıda yer alan olay örgüsünde sadece tamamlayıcı unsur olarak yer alırlar.

Şuna dikkat etmek gerekir; Karakter çok olağan, son derecede sıradan bir kimse de olabilir. Çarpıcı özellikleri, büyük tutkuları olması gerekmez. Sıradan da olsa onu önemli kılacak olan, sizin onu olaylarla ne şekilde bağlantılı hale getireceğiniz ve olay örgüsünü nasıl etkileyeceğidir.

Yazınızdaki en önemli karakter ya sorun üretmelidir ya sorun çözmelidir. Aynı şekilde ya çatışma üretmelidir ya da çatışma bitirmelidir. Okuyucunuz o karakterlerin süreçlerini izlerken merak duymalıdır. Çünkü yazınız o karakterin eylemlerinden -diğer karakterlerle çatışmasından- gelişir. Okuyucu sizin en önemli karakteriniz ile özel bir duygu bağı geliştirebilmelidir. Okuyucu o karakteri çok sevmeli, benimsemeli, hatta kendisini onunla özdeşleştirebilmelidir. Onun için sevinmeli, üzülmeli ve kaygı duymalıdır. Okuyucu aynı karakter için bambaşka bir duygu bağı da kurabilir. Ondan nefret edebilir. Onun başarısız olmasını, hatta ölmesini isteyebilir. Her iki durumda da yazar için o karakter başarılıdır.

Yazınızda öne çıkacak karakterlerde “yedi temel özellik” olmalıdır. Bunu yazıda yer alan her karakter için düşünmeyin. Ama en azından yazınızın öne çıkan bütün karakterleri için olmalıdır.

Birincisi; karakter inandırıcı, gerçekçi olmalıdır. Mantık dışı olmamalıdır. Okuyucuyu yazınızdan, sizden ve okumaktan soğutmamalıdır.

İkincisi; Merak uyandırmalıdır. Sizin de desteğinizle okuyucu bu karaktere ilgi duymalıdır. Onun hakkında öğreneceği küçük detaylar ve ondan gelecek yeni haberler önemsenmelidir.

Üçüncüsü; Bir neden olmalıdır. Eğer bir yazıda bir karakter varsa, o karakter o yazıya yapıştırılmış, iğnelenmiş gibi durmamalıdır. Karakter olayların içinde etkili olmalıdır. Onun varlığı olay örgüsünü etkilemelidir.

Dördüncüsü; Karakterinizin kişiliği olmalıdır. Okuyucuda “gerçeklik hissi” uyandırmalıdır. Ona bir kimlik vermelisiniz. Onun kişilik özelliklerini yazınızda yeri geldikçe ve gerekli olduğu ölçüde ortaya koymalısınız.

Beşincisi; Tepkileri ve davranışları tutarlı olmalıdır. Yazınızın olay örgüsünde yer alan bir olayda, o karakterin örneğin bir başka karakterin gürültülü konuşmasına veya sessizliğine ne tepki vereceğini bilmelisiniz. O tepkiyi verdirdiğinizde okuyucu karakterin gerçekçi ve tutarlı olduğunu düşünmelidir. Karakterleri birbirinden ayırt eden şey, onların aynı olaylara verdiği farklı tepkilerdir. Hatta bir adım daha ileri gidip, yazıların esas olarak “farklı karakterlerin aynı olay karşısındaki farklı tepkileri” olduğunu düşünebilirsiniz.

Giyim kuşam, mesleği, yaşadığı mekân, konuşma biçimi, sözcük seçimi, beden dili, ruhsal durumu ve benzerleri bu konunun, karakterlerin davranış ve tepkilerinin çok önemli göstergeleridir.

Altıncısı; Her zaman önemli karakterlerin “hesaplanamayan” ve “öngörülemeyen” bir yönü vardır. Ayrıca o karakterler hakkında ne kadar çok şey bilirsek bilelim, mutlaka bilemediğimiz, eksikliğinin öneminin de farkında olduğumuz bir ayrıntısı vardır ve olmalıdır. Özellikle okuyucunun en önemli karakterler hakkındaki bilgisi yazı süresince, olay örgüsünün gelişimine göre artmalıdır. Ama mümkünse en çarpıcı detay sonlara kalmalıdır. Diğer türlü dümdüz bir karakterin dümdüz öyküsü, yazar açısından poker oynarken elini göstermekle aynı olur.

Yedincisi; Karakterin içinde yer aldığı hikâyede bir hedefi vardır. Bu hedefe varmak için çabalamaktadır. Hedef okuyucu için mantıklı veya mantıksız olabilir. Ancak karakterin hedefinin kendi yaşamıyla tutarlı olması gereklidir. Okuyucu karakterin kendi hikâyesini göz önünde tutarak, onun hedefini anlamlı görmesi şarttır.

Elbette karakterin görünenden farklı bir hedefi de olabilir. Ama öyle ya da böyle ortada bir hedefi olmalıdır. Hedefin illa ki telaffuz edilmesi veya ilan edilmesi de şart değildir. Hissedilmesi, tahmin edilmesi de yeterlidir.

Karakter meselesi…

Karakter tasarımlarında okuyucunun içinde zıtlıkları barındıran karakterleri sevdiğini dikkate alın. Okuyucuya her neyi ve nasıl söylemek istiyorsanız, bunu yaparken kendi içinde zıtlığı olan karakterlerden faydalanabilirsiniz. Örneğin kan tutan cerrah, vejetaryen Adanalı, şişman sporcu, kekeme imam gibi…

Okuyucu başkarakterin yanında yardımcı bir karakter beklentisindedir. Bunlar genelde düz karakterlerdir. Sadıktır, dürüsttür, fedakardır, cefakardır, samimidir. Bazen de haindir. Ya okuyucu en başından itibaren bunu bilir veya sona doğru fark eder. Başkarakterin de o karakterle ilişkisi genelde düzdür. Ama ikili arasında gerilim olması, inişli-çıkışlı bir gidişat bazen şarttır.

Başkarakterin diğer karakterlerle ilişkisinde “zıtlıkların birlikteliği” çok değerlidir. “Bir Fenerbahçeli ile bir Galatasaraylının kader ortaklığı”, “bir Türk askeri ile bir Yunan askerinin beraber hayatta kalma mücadelesi” veya “banka soyguncusuyla banka memuresinin aşkı” gibi. Ayrıca “uyumsuzlukların uyumu” da aynı şekilde etkilidir; “Bir taksi sürücüsü ile arabada unutulan yaramaz çocuğun arkadaş olmaları” ve “Birbirinin dilini bilmeyen bir ressam ile doktorun sohbeti” gibi… Doğru kurgulandığında iyi iş çıkarır.

Karakterlerin isimleri kimliklerini kodlaması gerektiği için önemlidir. İsimlerin insan zihninde birtakım çağrışımları vardır. Olağan dünyada her insana her isim verilebilir, ama kurmaca dünyada karakterin adı, onun kimliğinin kodudur. Hani denilir ya, “yiğit namıyla yaşar” diye, kesinlikle öyle.

İsmin çağrışımını dikkate alın. Zevkiniz için az kullanılan, telaffuzu zor veya okuyucunun dikkatini dağıtacak isimleri kullanmayın. Tabii bazen ters köşe yapmak için -özellikle mizahta- ters isimler kullanılabilir. Ama genel olarak isim karaktere yakışmalı, çağrışımları uyumlu olmalı, kodlanan kişiliği tanımlamalıdır.

Atilla adında subay, yılmaz isimli santrfor, melek isimli komşu kızı, Haydar adında zengin komşu olur. Aynı şekilde İffet adında fahişe, Satılmış adında avukat, Oğulcan adında dede, Kerime adında R&B şarkıcısı, Kutatgu Kagan adında solcu, Devrim adında sağcı, Evrim adında imam olmaz. Bu örnekler elbette artırılabilir.

Elbette yazının içeriğine göre biçimlenecek karakterlere, neşeli ve keyifli olmayan isimler de verebilirsiniz, “Mücver Hanım, Lebeniye Abla, Feragat Teyze, Heyhat Bey, Beyhude Amca” gibi. Bu durum adresler için de geçerlidir; “Sayın Kıraç Kurak; Çatlaktoprak Mahallesi, Susuz Apartmanı 1-1 Taşlıtarla” gibi.

Ayrıca isimlerde “kısaltmalar, iyi amaçlı lakaplar, kötü amaçlı lakaplar, resmi unvanlar, gayri resmi unvanlar ve yakıştırmalar” içerdikleri anlam ve altını çizdikleri değerler ile, yani kodlamalarına göre değerlendirilir. Keza burada da birtakım zıtlıklar ve çelişkiler olabilir.

Ama her durumda karakterlerin isimleri kadar birbirine hitap ederken, yazının içerdiği olay örgüsündeki gerilimlerin ve çatışmaların seyri de takip edilebilir.

Karakter tasarımında en pratik yol bir anket hazırlamaktadır. Bunu elle yazarak da yapabilirsiniz, bir bilgisayar sayfası üzerinde de. İster dijital olarak ister kağıt üzerinde dosyalayarak saklayın. Nasıl isterseniz, öyle yapın, ama mutlaka yapın!

Karakter anketi:

Doğum yeri, yılı:

Boy, kilo;

Ana/baba adı;

Memleketi;

Saç, göz;

İz, yara, işaret;

Dövme;

Gözlük;

Sesi;

Yüz ifadesi;

Çocukluğu (arkadaşları, okulu):

Gençliği (sevgili, sosyal hayat):

Askerliği:

Belirgin hastalıkları:

Takıntıları:

Travmaları;

Sağlığı;

İlkeleri (kırmızı çizgileri):

İnancı (din ile ilişkisi):

Siyasi görüşü;

Ekonomik durumu;

Mesleği ve mesleğinde durumu;

Hatırlayabildiği ilk anısı;

Eğitimi (başarı, disiplin);

Sanat ve kültür (merakı, hobisi, ilgisi);

Ailesi;

Ailesiyle ilişkisi;

Sohbete başlama şekli;

Sosyal hayat;

İmrendiği;

En çok kullandığı söz;

Yaşamak istediği yer;

Sahip olmak istediği şey;

Hayatından memnun mu;

Sırları;

Kendisini ne ile tanımlar;  

Övünç kaynakları;

Diğer karakterlerle ilişkisi;

Giydiği;

Giymediği;

Aksesuar;

Yediği;

Yemediği;

Adresi;

Yaşadığı yerin durumu;

Okuduğu gazete;

Arabasının markası;

Sevdiği içki;

İçtiği sigara;

Bilgisayar kullanımı;

Belirgin beceriksizliği;

Pişmanlığı;

Yalnız kaldığında ne yapar;

En sevdiği eşyası;

Küfür;

Argo;

Şive;

Kıskanç;

Yalancı;

Şiddet eğilimi;

Kaygı;

Titizlik;

Düzen-tertip;

Disiplin;

Öfke;

Eğlence anlayışı;

Müzik;

En sevdiği şarkı;

Alaycı;

Cesur;

Kavgacı;

Geveze;

Batıl inancı;

Hobisi;

Gurur, kibir;

Stres;

Beden dili;

En çok kimden etkilendi;

Fobisi;

Sevdiği;

Nefret ettiği;

En güçsüz yanı (neden);

En güçlü yanı (neden);

En incitilebilir yanı;

Tek kelimeyle kendisini nasıl tanımlar;

Tek kelimeyle siz onu nasıl tanımlarsınız;

Otorite ile ilişkisi;

Değiştirmek istedikleri;

Bu değişikliği yapabilirse;

Amacı;

Bunun için planı;

Amacına ulaşmak için en fazla ne yapar?

Bunalımdayken tepkileri;

Sorunlara tepkisi;

Bu soru listesini doğru değerlendirirseniz, bu sayede elinizde sağlam bir karakter arşivi oluşur.

Olay örgüsü…

Olay örgüsünde bütün olaylar sıralı ve bütün karakterler de olaylarla doğru biçimde bağlantılı halde olmalıdır. Olaylar bu örgüde kronolojik sıraya göre konumlanabilir. Bu bir seçenektir. Ama olaylar sıralı değil, “döngüsel” de sıralanabilir.

Bu şu anlama gelir; Akışta geriye de dönülebilir… Dolayısıyla geçmişi hatırlar gibi, sürecin başına veya öncesine zaman yolculuğu yapar gibi, geçişler olabilir. Hatta olaylar sondan başa doğru da dizilebilir. Aynı mantıkla ve aynı şekilde, sadece geçmişe değil, geleceğe de geçişler olabilir. Bütün mesele, yapılan örgünün temiz ve anlaşılır olabilmesindedir.

Tekrar bir kez daha altını kalın kalemle çiziyorum; Olay örgüsünde geçişler makul ve anlaşılır olmalıdır. Süreç boyunca “neden-sonuç”, “parça-bütün”, “öncelik-sonralık” ilişkileri kopmamalıdır. “Tümevarım” veya “tümdengelim” sağlıklı işlemelidir.

Olay örgüsünde, ritim bozmadan, sürecin kontrolünü kaybetmeden ve “çatışmaları, gerilimleri doğru yöneterek” ilerlediğimiz sürece, her şey yolunda demektir. Zaman kavramını ileriye ve geriye çevirmeniz ise, okuyucuda estetik beğeni uyandırdığı takdirde başarılıdır.

Bu öğeler aşağıdaki bölümlerde geçer:

a – ) Serim (Giriş) : Anlatılacak olayın ortaya konulduğu bölümdür. Yazar, okuyucuya, neyi anlatacağını bu bölümde sezdirir. Gerekirse, öyküyü yönlendirecek öğelerden kimileri (kişilerin tanıtılması, olay zamanının belirtilmesi vb.) de bu bölümde sergilenebilir. Düğüm ve giderek çözüm, bu bölüm üzerine kurulur. Düğüm bölümüne göre kısa olur.

b – ) Düğüm (Gelişme) : Bu bölümde, serimde ortaya konan olay açılır, geliştirilir. Olayın gelişmesine koşut olarak okuyucunun merakı da artar, yoğunlaşır. Okuyucu sonucun ne olacağı üzerinde düşünmeye başlar. İşte, okuyucuyu meraklandıran, belli bir gerilime ulaştıran bu bölüme düğüm diyoruz. Düğüm, öykünün en geniş bölümüdür.

c – ) Çözüm (Sonuç) : Düğüm bölümündeki merakı, gerilimin ortadan kalktığı, olayın sona erdiği bölümdür. Çözüm de serim gibi kısa olur.

Zaman ve mekân…

Eğer bir öykü yazıyorsanız -bir skeç, parodi veya her ne olursa- zaman ve mekândan bağımsız olamaz. Belki çok özel bir çalışma yapıyorsanız, bunlardan birisini ihmal edebilirsiniz, yok sayabilirsiniz, ama genel olarak her yazının zamanı ve mekânı vardır.

Yazar mekânı doğru seçmelidir. Mekân hikâyeye uygun olmalıdır. Mekân somut veya soyut olur. Örneğin deniz feneri, avcı kulübesi veya iç dünya, bir organın içi, başka bir gezegen veya bir bulutun üstü olabilir. Elbette olay örgüsüne göre birden fazla mekân da olabilir.

Mekân denildiğinde, mekânın kullanımı önemlidir. O sebeple hem mekân doğru seçilmelidir hem de doğru tasvir edilmelidir. Bu nedenle görmediğiniz ve bilmediğiniz mekânı kullanmayın. Okuyucu sizin mekân seçiminde ve tasvirinde verdiğiniz emeği gördüğünde size saygı duymalı.

Zaman kavramı esası itibariyle hikâyenin başlaması bitişi arasındaki süredir. Zaman bugün olabilir, geçmiş veya gelecek olabilir. Aynı şekilde zaman tahmini zor olan, tam da belirtilmeyen, yani aslında olmayan bir zaman da olur.

Bir püf nokta; Zaman, ileriye doğru akabilir, geriye doğru akabilir ve olay örgüsü ve anlatım içerisinde, değişiklikler de gösterebilir. Başka bir deyişle zaman içerisinde gidiş-gelişler olabilir.

Sıralamayla ilgili düzenekler şöyle kabul edilir

  1. Düz anlatım (kronolojik)
  2. Düz anlatım sürerken geriye dönüşler (Birden çok kez de yapılabilir)
  3. Finalden başlayıp olayın başına dönme (geriye dönüş / flashback)
  4. Paralel anlatım (Aynı zamanda olan veya başka zamanlarda yaşlanan birden fazla olayın sıralı olarak aktarılması)

Cevap arayan sorular…


Kuşkusuz her şeyi deneyimleyemezsiniz, ama elinizden geldiği kadar çok deneyim biriktirmeye gayret edin. Fırsatınız varsa zeytin de toplayın. Eğer zeytin toplamadıysanız, yazınıza ayrıntılı ve önemli biçimde zeytin hasadı eklemeyin. Ama eğer zeytin topladıysanız, orada yorulup, ağacın altında da dinlendiyseniz, bir yazınızda zeytine de hasadına da değinin.

Herkes en iyi kendisini ve çevresini bildiğini düşündüğü için, yazmaya da en iyi bilinen yerlerden başlandığından, yapılan yaygın bir hata vardır. Öykülerde bir karakter daima diğerlerinden daha önemlidir. Öykünün kahramanı için hazırlık çalışmanız çok kuvvetli olmalıdır. Öykünüzün bütünü kadar kahraman da önemlidir.

Açık kapısı, eksik tuğlası olmamalıdır. Başlangıçta zordur, ama kendinizi anlatmamaya çalışın. Ayrıca ailenizin karakterlerini de arkadaş ve iş çevrenizi de bunun dışında tutun. Karakterlerin isimleri ve meslekleri, kimlikleri hakkında bir fikir vermelidir.

Bir tavsiyem var, yazdığınız hiçbir şeyi atmayın. Çöp adında bir klasör açın veya bir poşetin üzerine çöp yazılı etiket yapıştırın. Gözden çıkardığınız sayfalarınızı da oralarda muhafaza edin. Çünkü kimi zaman o gözden çıkardığınız sayfalara dönüp kontrol etmek isteyeceğiniz detaylar olur.

Daha önce bu konuda neler yazılmış, olabildiğinden kontrol edin. Ama burada amaç “esinlenmek” değil, “tekrara düşmemek” ve “taklit etmiş” denilmemesi için, onlardan uzak kalmak.

Bir öykü yazmaya hazırsanız, yani elinizde güçlü bir fikir veya olay varsa, harekete geçin;

Siz bu öyküyü neden yazıyorsunuz?

Okuyucu sizin bu öykünüzü neden okusun?

Okuyucunun aklında bu öyküden ne kalacak?

Elinize ne var, bunun tespitini yapın. Kaç karakter var?

Bu karakterlerin tek tek özellikleri neler?

Olaylar neler?

Karakterler ile olayların ilişkisi ne?

Çatışmalar neler?

Gerilim nerede ve nasıl?

Olayların sırası nasıl?

Doruk noktası nedir?

Final nasıl olacak?

Neden-sonuç ve parça-bütün ilişkileri sağlam mı?

Tümevarım veya tümdengelim doğru mu?

Önce yazının iskeletini oluşturdunuz mu?

Detayları bundan daha sonra tamamladınız mı?

Hikâye sona erdiğinde, okur sonra neler olacağını düşünüp, karakterlerin geleceğini merak ediyor mu?

Her şeyin tamam olduğuna karar verip, son sayfanın sonuna SON yazdıktan sonra, öyküyü iki gün kendi haline bıraktınız mı?

Hiç onu düşünmeyin bile. İki gün sonra ise, kontrolleri yapıp, süreci tamamladınız mı?


Meditasyon…

Yoğun araştırma ve yazma süreçleri yorucudur. Hem de çok yorucudur. Günlük hayatın gürültüsü ve karmaşası bir yana, bazen sadece araştırma çok gerilime neden olur. Yazmak zaten stresli ve yıpratıcıdır.

O nedenle yazarın mutlaka gevşeyeceği, rahatlayacağı ve dinleneceği bir uğraşa gereksinimi vardır. Balık tutabilirsiniz, masa tenisi oynayabilirsiniz, kedi sevebilirsiniz. Yemek de yapabilirsiniz, yürüyüş de artık canınız ne isterse… Ama bilgisayardan ve yazılarınızı yazdığınız ortamdan uzakta yapın. Saatlerce zorlanarak yazdıktan sonra, sosyal medyada dolaşmak veya aynı sandalyede oturarak televizyon seyretmek fayda etmez.

Ortam değişmeli. Mümkünse açık hava olmalı. Çok basit bir deneme önereceğim; Çimlere uzanın veya bir parkta sırtınızı ağaca yaslayın. Gözlerinizi kapatın. Ağır ağır ondan geriye sayın. Sayma işlemi bittiğinde zihninizde en sevdiğiniz şehre gideceğinizi hayal edin. O şehirde zihninizde gezin.

Veya sevdiğiniz bir anınıza gidin. O anıyı yeniden yaşayın. Yaşamınızda önemsediğiniz farklı anlara gidin. O anlardaki halinizi dışarıdan gözlemleyin.

Bulunduğunuz noktadan yükseldiğinizi hayal edin. Kendinizi ve o anda bulunduğunuz çevreyi yukarından seyredin.

Bundan bir adım ilerisini yapalım…  Mesleğiniz veya hayatınızın arzuladığınız bir aşamasını zihninizde canlandırın. Örneğin yeni görevinizin ilan edildiği bir basın toplantısı gibi. Örneğin arkadaşlarınızla beraber balık avı gibi…

Ya yazamazsam

Eğer kendinize böyle bir soru soruyorsanız, keyiflenin. Bu kaygı sizi finişe kadar taşır. Bu kaygı sizin sigortanız. İki tür insan başarısız olur; Birincisi “Başarısızlık kaygısı taşımayan” ve ikincisi “yeterince denemeyen”.

Elbette ilk yazdıklarınız bir anda çok satanlar listesine girmeyecek. Girse, tuhaf olmaz mıydı? Belki siz yazarken tıkanmaktan, yorulmaktan şikâyet ediyorsunuz, ama en iyi, en başarılı yazarlar bile, yazdıkları on binlerce sayfadan sonra aynı şikâyete sahipse, sizinki pek de önemli sayılmaz değil mi?

Bir de kaygısız insan yazmaz, üretmez. Eğer koşarken geçilme kaygısı taşımazsanız, sonuncu olursunuz. Birincinin finiş çizgisini ilk geçmesinin nedeni, işte bu kaygı halidir.  Sizin yapmanız gereken de yazamama kaygısını yenmeye çalışmak değil, daha çok yazmak ve çabalamak.

Tekrar ve tekrar, altını çizin; eğer başaramadıysanız, yeterince denememişsiniz demektir. Bakın sizinle gerçek bir hikâye paylaşmak istiyorum;

Maraton koşmak gerçekten zordur da daha zoru bu konuda gelen sorularla uğraşmaktır. “Neden koşuyorsun” diye sorarlar, “koşunca sana ne veriyorlar” diye sorarlar, “kaçıncı oldun” diye sorarlar, “buradan nereye kadar oluyor” diye sorarlar, bir de akıl verirler, “koşma, kalbin büyür. Koşulmaz o kadar”. Hâlbuki maraton koşanın hayatı değişir. Hayata bakışı değişir. Başka birisi olur. Maraton iyi insanı daha iyi yapar. Zaten her maratondan sonra acı geçer, gurur kalır. 

Mauro Prosperi de kararlıydı. Her maraton koşan kişi gibi o da muhakkak sorulardan da saçma ısrarlardan da bunalmıştı. 39 yaşındaki İtalyan bir polis memuru 1994 yılında hayatının en büyük meydan okumasına hazırdı. Fas’ta Sahra Çölü’nde koşulacak, yaklaşık 233 kilometrelik “Maraton des Sables” için hazırdı. 

Fiziksel ölüm de önemli ama bir erkek düşleri biterse ölür. Eğer bir erkek gerçekleştirmek istediği bir rüyası yoksa artık ölü sayılır.  Eğer umut, hedef, rüya yoksa, ruhun nabzı etin nabzından önce durur.

Mauro çölün kıyısında verilen startla beraber sakin bir tempoyla, kontrollü biçimde ve dikkatli adımlarla ilerlemeye başladı. Altı gün sürecek olan çöl maratonunda her şey olağan seyrinde devam ederken, dördüncü gün kum fırtınasına yakalandı. Hâlbuki ilk üç gün boyunca her şey Mauro’nun istediği gibi geçmişti ama dördüncü günkü fırtınada Mauro, dördüncü kontrol noktası ile beşinci kontrol noktası arasında bir yerde yönünü kaybetti.  Rüzgâr giderek şiddetlendi. Önce ufuk çizgisi kayboldu. Sonra Mauro gözlükle dahi birkaç metre ilerisine bakamaz hale geldi. Sanki çöl öfkeyle havalanmıştı ve Mauro’nun etrafında dönüyordu. 

Bir el onu alıp içinde sarı kum dolu bir kavanoza atmıştı ve kavanozu çalkalıyordu. Her bir kum tanesi bir ince kırbacın ucu gibi vücuduna vuruyordu. Mauro sırtını tahmin ettiği fırtına yönüne döndü, çömeldi, cenin pozisyonunda fırtınanın geçmesini bekledi. Fırtına sekiz saat sonra bitti. Artık geceydi.  Mauro geceyi dinlenerek, kumun üzerinde milyonlarca mücevher gibi parlayan yıldızın altında geçirdi. Gün ışıdığında hayretle fırtınanın etkilerini gördü. Kum tepelerinin, çukurlarının bile yeri değişmişti.

Mauro disiplinli biçimde bir sonraki kontrol noktasına doğru koşmaya başladı. Suyu geceden bittiği için beşinci kontrol noktasına mümkün olduğu kadar çabuk ulaşmak istiyordu. Dört saatlik tempolu bir koşunun ardından bir kum tepesine çıkan Mauro dört bir yönde sadece kum olduğunu görünce, kaybolduğunu fark etti. İlk 24 saat sona erdiğinde Mauro’nun sırt çantasındaki yemek de tükenmişti. Mauro’nun elinden gelen tek şey koşmaktı. Ölse de kurtulsa da bunu koşarak yapmak zorundaydı.

Mauro için artık mücadele hedeflediği sürede yarışı tamamlamak değil, hayatta kalmaktı. Bunun için tek bir insanla dahi karşılaşması yeterli olabilirdi ama Mauro giderek medeniyetten uzaklaşmış, yüzlerce kilometre yanlış yöne koşmuştu. Hatta Mauro artık yarışın başladığı Fas’ta dahi değildi. Mauro sınırı çöl üzerinden geçmiş ve Cezayir’e girmişti.

Mauro bir türbeye rastladı. Türbede gölgeden faydalandı. Ayrıca türbedeki yarasalarla karnını doyurdu. Mauro’ya Sicilya’da polislik yaptığı günlerde birisi deseydi, “sen bir gün ellerinle yarasa yakalayıp öldüreceksin. Hatta bağırsaklarını koparıp yiyeceksin ve kanını içeceksin” kesinlikle inanmazdı. Mauro bir süre türbede kaldı. Bu sırada oradan bir uçak ve bir de helikopter geçti. Umutlandı. Onu aradıklarını düşündü ve kendisini göstermeye çalıştı. Türbeden fırladı. Kızgın kumun üzerinde bilincinden geriye kalanla çılgın gibi koştu, tepindi, zıpladı… Sonra olduğu yere çöktü, yıkıldı ve öylece kalakaldı. Mauro artık sınıra geldiğini düşündü. Yaşamın bitiş çizgisine ulaşmıştı.

Kaç gündür kayıp olduğunu dahi bilmiyordu. En son kaç gün önce yarasalar dışında bir canlı gördüğünü de hatırlamıyordu. Sırt çantasını ortaya döktü ve bir çakı buldu. O çakıyla bileklerini kesti ve uykuya daldı. Birkaç saat sonra Mauro uyandı. Büyük bir şaşkınlık yaşadı. Gerçekten de ölmemişti ve yaşıyordu. Bilekleri kesikti, kanı akmıştı, ama ölmemişti. Mauro Tanrının onun ölmesini istemediği sonucuna vardı. Aşırı su kaybı, kanının kalınlaşmasına neden olmuştu ve yoğun pıhtılaşma kanının akışkanlığını azaltmıştı ve bu sayede hayatta kalmıştı. Ölümü beklemekten vazgeçti.

Anladığına göre yaşamın bitiş çizgisi düşündüğünden çok daha uzaktaydı. Öncelikle tamamlaması gereken bir parkur vardı ve elbette önce o parkuru bulmalıydı. Mauro yeniden koşmaya başladı. Kâh koşarak kâh yürüyerek ilerlemeyi sürdürdü. Bulutları gördü ve bulutlara doğru yürüdü. Günler sonra sürüngen gördü, böcek buldu. Hatta kuru vahalardan geçti. Kaktüslere rastladı. Hatta bir de ayak izi gördü. Bilmediği kadar çok gün sonra bir çoban kızı ile keçisine rast geldi. Kız onu bir çadıra götürdü ve ona keçi sütü verdi. Daha sonra askerler ve doktorlar geldi. Onu bir askeri kampa taşıdılar. Cezayir ordusunun kampından bir hastaneye nakledildi. Toplam dokuz gün kayıp olduğu tespit edildi. Dokuz günde 18 kilo vermişti. Ayrıca parkurdan kopmasından sonra en az 299 kilometre yanlış yöne koşmuştu. Şayet düz bir çizgi halinde ilerlemeyip zigzaglar yaptıysa, bundan çok daha fazlası olabilir.

Mauro koşmaktan da güneşten de kumdan da korkmadı. Korksaydı ölürdü. Aslında Mauro ölmekten korksaydı, çoktan ölürdü. Eminim, Mauro ölümsüz değildi. Mauro korkusuz da değildi ama Mauro korkularının üzerine koşabilecek güce sahip bir adamdı.  Mauro çölde pes etmediği gibi, kaybolduğunda da pes etmediği gibi, bu olaydan sonra da pes etmedi. Dört yıl sonra, 43 yaşında Mauro Fas’ta yine o aynı parkurdaki o çöl maratonu için start çizgisindeydi. Mauro için işler 1998’de de yolunda gitmedi ve yarış sırasında sakatlandı ve parkuru tamamlayamadı ama pes etmedi. Mauro 14 yıl sonra 57 yaşında bir kez daha denedi ve başardı. Demek ki, başarıncaya kadar denemezsek, başaramayız. Sadece başarıncaya kadar denersek, başarabiliriz.

Bir daha “yapamıyorum” diye düşündüğünüzde veya “pes etmeyi” düşündüğünüzde aklınıza yaşlı Mauro gelsin…

Algılar ve yönetimi…

İnanış bir kişiye, bir kavrama, değere, olguya, Tanrıya veyahut herhangi bir öğretiye veya görüşe duyulan bağlılıktır. İnanış nadiren kanıta dayalıdır. İnanışta iç tutarlılık çoğunlukta sorgulanmaz. İnanış temelde “ihtimal hesabının tahminine” dayanır. Bir diğer ifade ile inanış varsayımsal gerçeklerin gerçek kabul edilmesidir. O nedenle inanış söz konusu olduğunda “inanmak” ve “bilmek” aynı şey değildir.

İnanışın oluşumunda çevre, eylem ve alışkanlık belirleyicidir. Bilinçaltında yer alan kimlik, değerler ve diğer inanışlar adeta birer süzgeç işlevi görür ve alınan mesaj; çevresel etkilerin, çeşitli eylemlerin ve alışkanlıkların etkileşiminin ardından bireyin kimliğinin, değerlerinin ve diğer inanışlarının süzgecinden süzülüp son halini alır. Algı tüm fiziksel duyular tarafından iletilen bilgiyi beynin tercüme etmesidir. Neyi görmeyi öğrendiysek, onu görürüz ve onu görmeyi bekleriz.

İnanış söz konusunda algı özel bir öneme sahiptir. Algı, nesne ve olaylara karşı organizmanın yaptığı, anlamlı, sistemli ve toptan bir tepkidir. Algılar duyuların sonucu ortaya çıkar. Algılar kişinin eski ya da yeni bilgilerine göre şekil alırlar. Bu sebeple, algı, bir kişilik tepkisidir. En önemli belirtisi de duyumların, belli bir nesne ve şekle ait olduğuna dair bir bilinç halinin kişide ortaya çıkmasıdır. Bunun için, kişide, bir şeyin algısı oluştuğu zaman, o şeyi tanıyor, biliyor demektir. Algı duyu organlarının fiziksel uyarılmasıyla oluşan sinir sistemindeki sinyallerdir. Aynı zamanda algı psikoloji ve bilişsel bilimlerde duyusal bilginin alınması, yorumlanması, seçilmesi ve düzenlenmesi anlamına gelir. Algı seçerek aldığımız bilgileri yorumlama biçimimize göre değişir. O nedenle algılarımız çoğu zaman yanılmamıza neden olur.  O nedenle “gerçek bir dış uyarı” bizim “yanlış algı” edinmemize neden olabilir. Dünya görsel algı yanılgılarıyla doludur. Fiziksel duyularımız hakikati kavrayamaz, çünkü değişken, devingen ve kararsızdır.

Algı, ‘bireyler tarafından hisleri sayesinde edindikleri bilgileri anlamak ve içinde bulundukları dünyaya düzen vermek için, seçme, organize etme ve yorumlama işlemidir’ biçiminde tanımlanır. Algının elemanları: algılayan, algı hedefi ve durumu içerir.

Bir kişi, topluluk, kurum veya kuruluş içerisinde bulunduğu ilişkiler yumağına göre tanımlanır. İlişkilerdeki konum değiştikçe çok farklı biçimlerde algılanabilir. Algı yönetimi bilerek veya bilmeyerek hemen herkesin yürüttüğü bir çalışmadır. Kişinin, topluluğun, kurumun veya kuruluşun ilişkiler yumağını denetiminde tutma gayretiyle, ilişkilerini yürütmesinde başarılı olması algıyı yönetmeyi bilmesi ile mümkündür. Burada en önemli husus “farkındalık” olgusudur. Çünkü ilişkilerin sağlıklı yürütülmesi, algıların sağlıklı geliştirilmesi, bunlar için lazım gelen farkındalığın temini ile mümkün olur.

Algılama yönetimi, çeşitli yolları kullanarak, gerçekleri yansıtma, operasyon güvenliğini sağlama, gerçeği gizleme ve çarpıtma, psikolojik operasyonları yönetme gibi unsurların bileşkesinden oluşur. Algı yönetimi için bir stratejiye gereksinim duyulur. Söz konusu strateji hedef kitlenin karakterini, kültürünü, değerlerini, algısını, o algının çerçevesini ve bunlarda hedeflenen değişimi içerir. Daha özet bir deyişle algı yönetimi, karşı tarafın bakış açısını değiştirmeyi amaçlar. Küçük bir çocuktan büyük bir parlamentoya kadar herkes kararını, tercihini, elde ettiği avantajları veya maruz kaldığı zararları algılarına göre değerlendirir.

Herkesin algılama kapasitesi farklıdır. Herkes algıladığı ölçüde bilgi toplamaktadır. Herkes her şeyi aynı şekilde algılamaz. Algı yönetimi bu nedenle farklı biçimlerde farklı yöntemlere müracaat eder. Söz konusu yöntemler arasında emretme, uyarma, tehdit, ahlak dersi verme, öğütleme, mantıkla ikna ve menfaat sunma yer alır. Sosyologlar kitlelere bir şeyi yaptırmak için yeryüzünde üç etkili yol bulunduğundan söz ederler: zor kullanma, para ile satın alma, inandırmak. Halkın bir yeniliğe, bir sosyal değişime uymasında, alışmasında halkla ilişkiler sanatının kullandığı işte bu üçüncü yoldur: İnandırma. Algılama yönetimi bu “inandırmayı” kişilerin bilinçlerine ve psikolojilerine seslenerek gerçekleştirir.

Algı yönetimi mesaj vererek ve mesajı yineleyerek yapılır. Mesaj çoğunlukla sade ve nettir. Muhakkak görsel öğe içerir. Mesaj bazen gerçek dışı ve akıl dışı bir öğeyi “mâkul” olarak sunabilir. Mesaj bazen de mâkul, gerçek ve akılcı bir öğeyi de tam tersi biçimde hedef kitleye verebilir. Bireyleri ikna eden mantıktır. Harekete geçirense, duygulardır. Bu bağlamda, başarılı bir algı yönetimi için, hedeflenen kitlenin motive edilmesi, dolayısıyla onunla duygusal bir iletişim kurulması gerekmektedir. Bu da doğrudan algı yönetimi için gereken mesajın oluşturulmasını sağlar. Mesajda her zaman doğrudan veya dolaylı bir referans yer alır. Söz konusu referans çoğunlukla tartışılmaya kapalı ve dogmatiktir.

Algı yönetiminin başarılı olması için hedef kitleye yönelik veri toplanması ve bu verilerin işlenip, depolandıktan sonra analizi hayati derecede önemlidir. Bir ürün için de devlet idaresinde veyahut uluslararası ilişkilerde atılacak bir adım için de bu temel gerçek belirleyicidir. Örneğin bir içecek ürünü için tüketicinin kimliği, gereksinimi, isteği, diğer rakip ürünlere bakış açısı dikkate alınır. Bir politik karar için de kamuoyunun -seçmen de denilebilir- kimliği, ilgisi, beklentisi ve diğer karar seçeneklerine bakış açısı önemsenir.  O nedenle öncelikle insanların zihninde gereken isteğin yaratılması gerekir.

Algı yönetiminde başarı sağlamak için daima doğru sorular sorulur. Doğru soru sorulduğunda hedef kitlenin algıları hassaslaşır. İnsanlar elde ettikleri bilgileri zihinlerinde işlerken çoğunlukla üç davranış tipinden birisini seçerler. Bunlar genellemek, yok saymak ve çarpıtarak kabul veya ret etmektir. Doğru algı yönetiminde buna fırsat verilmez. Algı yönetiminde yaşanan bir iletişim sürecidir. Burada iletişim döngüsel bir süreçtir. Döngü başladıktan sonra, mesaj alınması, mesajın yorumlanması, mesaj verilmesi ve verilen mesajın yorumlanması kesintisiz bir döngü halinde devam eder.

Şayet hedef kitlenin özellikleri doğru tespit edilirse, mesaj uygun içerikle, doğru zeminde ve doğru şartlarda verilirse, daima bir manivela etkisi beklenebilir. O nedenle sübjektif ve objektif şartların tarafsız tahlili şarttır. Ayrıca bazı milli, dini, tarihi, felsefi, sosyal antropolojik, siyasi, psikolojik ve benzeri kodlar her zaman kullanılır. Mesajların %55’i beden dilinden, %38’i ses renginden ve tonundan meydana gelirken, sözcüklerin etkisi sadece %7’dir.

Algı yönetiminde söz konusu politika olduğunda çoğu zaman topluma verilecek mesajlar liderler üzerinden yürütülür. Liderin giyim tarzından, kullandığı aksesuarlara ve tercih ettiği sözcüklere kadar her şey bir tasarımdır. Bu tasarımın seçtiği renklerden, ses tonunun yüksekliğine veya yumuşaklığına kadar kullandığı tercihler hedef kitle olan toplumun algısında beklenen değişime yöneliktir. O nedenle fiziksel temastan, gülümsemenin derecesine kadar hepsi hesaplanır.

Toplumun çoğunlukla kriz, risk, tehdit ve karmaşa algıladığı dönemlerde, politikadaki beklentisi karizmatik, hitabet gücü yüksek, dinamik, sert ve güçlü liderdir. Bir bakıma toplum kendisinde noksan olduğunu gördüğü özelliklere sahip kimselerin liderliğini tercih eder.

Algı yönetimi toplum mühendisliğinin taşıyıcı kolonudur. Aynı şekilde algı yönetimi psikolojik savaşın, psikolojik istihbaratın, ikna mühendisliğinin, halkla ilişkiler branşının, reklamcılığın, pazarlamacılığın, misyonerliğin, spor kulüplerinin idaresinden herhangi bir bireyin özel hayatına kadar işin içine insanın ve ilişkiler yumağının girdiği her şeyin temel yapı taşı konumundadır. Kamu diplomasisi, yumuşak güç, itibar yönetimi, imaj yönetimi ve benzeri diğer terimlerin tamamı algı yönetimi için seçilen, farklı disiplinlerin sahasında yer alan türev isimleridir. Sun Tzu şöyle diyor; “Mükemmellik yüz savaşın yüzünü de kazanmak değildir. Mükemmellik, savaşa gerek kalmadan düşmana boyun eğdirmektir.” Çünkü “güçlü algılanmak” güçlü olmaktan daha önemlidir ve daha düşük maliyetlidir.

Eski tarihlerde cihan hâkimiyeti mefkûrelerinde bütün dünyaya egemen bir devletin tesisi için çıkış noktası olarak güçlü süvari birlikleri, daha sonra deniz gücü, bir dönem İç Asya’da alan hâkimiyeti, devamında hava kuvvetleri, uzay gücü ve sonra internet esas alınmıştı. Ama günümüzde gelinen noktada bunların hepsinin yerini algı yönetimi aldığı söylenebilir. Algı yönetimi de algı operasyonlarından meydana gelir. Alec Ross’un da vurguladığı gibi, son yıllarda jeopolitik güç dengelerinde “hiyerarşilerden, vatandaş ve/veya vatandaş ağlarına doğru” bir yönelme görülmekte ve internet de bunun hızında ve politik hareketlenmelerin büyümesinde katalizör görevi yapmaktadır. Arap Baharı buna uygun bir örnektir.

Algı yönetimi ile her türlü inanış arasındaki etkileşim için de şunları ayrıca belirtmek faydalı olabilir;

Geçmiş çağlarda, yadsınamaz bir özgünlük eksikliğine rağmen, dini fikirler insanoğlu üzerinde büyük etki uyandırmıştır. Bu öğretilerin özünde var olan gücünü nereden aldığını ve mantığın kabulünden bağımsız olan etkinliğini hangi duruma borçlu olduğu sorusuna bulabileceğimiz cevapların tamamı maruz kaldığımız algı yönetimi ile irtibatlıdır.

Freud’un ifadesiyle, dogma olduğu malum olan dinsel düşünceler, tecrübe kalıntıları ya da tefekkür ürünü değildirler. İnsanoğlunun en eski, en güçlü ve en ısrarcı arzularının icra edilmesidir. Bu düşüncelerin gücündeki sır, bu arzuların gücünde yatar. Biz hâlihazırda çocuk savunmasızlığının korkutucu etkisinin baba sevgisiyle korunma ihtiyacını doğurduğunu ve bu savunmasızlığın tüm hayat boyunca devam edeceğinin farkında olarak, bu defa daha güçlü bir baba varlığına tutunmayı gerekli kıldığını biliyoruz.

Freud şöyle devam ediyor;

“Böylece Tanrı’nın koruyucu kuralları, hayattaki tehlikeler karşısındaki endişelerimizi bastırır; ahlâkî bir dünya düzeninin kurulması, insan kültürü içinde sıklıkla yerine getirilememiş olan adalet isteklerinin gerçekleştirilmesini sağlar. Ayrıca dünya üzerindeki varoluşun gelecekteki bir hayatla uzatılması, bu arzuların gerçekleştirilmesi için uygun bir yer ve zaman ortamına katkı sağlar. İnsan merakını uyandıran, evrenin kökeni ile ruh ve beden ilişkisi gibi, bu sorulara bu sistemin geride yatan varsayımlarıyla uyumlu cevaplar verilir. Birey, hiçbir zaman tam olarak üstesinden gelinemeyen, baba kompleksinden kaynaklanan çocukluk çatışmalarından kurtulabilirse ve bu çatışmalar evrensel olarak kabul görmüş bir çözüm ortaya koyabilirse, insan ruhu büyük bir rahatlama gösterir.”

O nedenle algı yönetimi, iletişim disiplini açısından “duygu, güdü ve muhakemelerini etkilemek amacıyla, izleyicilere yönelik, seçili enformasyonu ve kabul veya ret ettirme faaliyeti” bir inancın kurulması, gelişmesi, genişlemesi ve yıkılması için kritik öneme sahiptir.

Algı yönetiminin inanışlar ile ilişkisi şu nedenle önemlidir;

Bir ürün veya hizmetin tercih edilmesi, ana haber bülteninin güvenirliği, bir siyasi partinin inanılırlığı, okulda öğretmenin sözleri ve bir dini tören birey üzerinde aynı şekilde etkilidir. Algı vardır. O algının yönlendirilmesi vardır.

Newsweek Dergisi’nin ABD’de yaptırdığı bir anket, görüşüne başvurulan yetişkin Amerikalıların %84’ünün mucizelere inandığını ve Amerikalıların %48’inin en az bir mucizeyi bizzat yaşadığını ve gözlemlediğini belirtmektedir. Amerikalı Katolikleri %25’i mucize için dua etmektedir. Herhangi bir dine mensup olmayanların %43’ü de tanrısal yardım için dua etmektedir. Görüldüğü gibi inanç kördür. Akılcılığın üzerine kurulu bir çağda yaşamamıza rağmen, İsa’nın ıstırabıyla Tanrıya ulaşmaya çalışanlar onun yeniden dirilişinin fiziki gerçeğini sorgulamadıkları inanışlarının, onları yaratanla aralarındaki ilişkinin özü olduğunu kabul etmektedir. Ruhanilik, gizem ve belirsizlik gibi güçlü alt bileşenlere gereksinim duyar. Aksi takdirde insan ruhunu mantık ile sterilize eder. O nedenle dinler algı yönetiminde daima gizemlere ve belirsizliklere müracaat eder. Mucizeler bilimi ve bilim de mucizeleri ret eder. Fakat inanışın getirdiği körlük, zaten algı yönetiminin hedefine eriştiğine işarettir.

Aynı noktadan devamla;

Bu bağlamda “toplumsal cazibe yanlılığı” önemlidir. Bir kişinin başkaları tarafından benimsenmesi daha olası tutumu takınma eğiliminde olmasını açıklamaya yarayan bir bilimsel araştırma terimidir. Bu durum genellikle “iyi” ve “kötü” davranışların abartılmasına varır. Bu etkiye tıp, psikoloji ve sosyal bilimler alanlarında sıkça rastlanmaktadır. Aynı şekilde “suskunluk sarmalı” ekseriyette din ile algı yönetimi arasındaki ilişkinin toparlayıcı unsuru olabilir.

Elisabeth Noelle-Neumann’ın geliştirdiği ‘Suskunluk Sarmalı’ modeli bir siyaset bilimi ve kitle iletişim teorisidir. Bir kişinin/grubun savunduğu fikir, mensubu olduğu yer ‘genel-geçer’ kabul ettiği görüşlere uygun değilse, bu kişi toplumdan dışlanma korkusu nedeniyle konuşurken kendini kısıtlar veya fikrini söylemekten vazgeçer. Aynı kişi fikrinin toplum nezdinde yaygınlaşmaya başladığını sezerse, bu kez fikrini yüksek sesle söylemeye başlar.

Din, din adamı veya dinsel kurumlar bireye mesajlarını iletirken artifikalizm temel etken öğedir. Bu bilinir. Ama bu durum “aynen ve aynı şekilde reklamcılıktan sanata kadar her alan için de geçerlidir”.

Bireyin 2-7 yaş arasını kapsayan dönemi kendi içinde; sembolik dönem ve sezgisel dönem olarak ikiye ayrılır. Birey 2 yaşında sembolik dönemini veya kavram öncesi dönemini tamamlar ve sezgisel döneme geçer.  Çocuklar, “ben” merkezlidirler. Henüz kendilerinin algıları dışında bir bakış açısı olduğunu anlayamazlar. Çocuk kendisini evrenin merkezinde görür. O olduğu için diğerleri de vardır. Onun istediği doğru olan şeydir. Bu yaştaki çocuk, evreni kendi beğenileri üzerine kurar. Eğer o gezmek istiyorsa, evin diğer üyelerinin de bunu istiyor olmaları dışında bir ihtimal yoktur. O acıktığı zaman herkes acıkır, o doyduğu zaman da herkes doymuş olur.

İşlem öncesi dönemin ikinci alt basamağı olarak tanımlanan ve sezgisel dönem diye adlandırılan dönem 4-7 yaş arasını kapsamaktadır.

Dördüncü yaşın başlarında, çocuk bilişsel büyümede büyük bir adım atar. O gerçek objelerin yerini alan zihinsel sembolleri biçimlendirme, nesne ve olaylara işaret etmek için kelimeleri kullanabilme, objelerin gruplamalarını yapabilme (çoğu kez tutarsız olarak) ve çok basit düzeyde akıl yürütebilme ve olasılıkla kelimelerden çok zihinsel imajlar kullanabilme yeteneğine kavuşur.

Bu dönem çocuklarında animizm ve artifikalizm özellikleri her ne kadar sembolik dönemde de görülse de daha belirgin bir şekilde bu dönemde görülür.

Animizm bir nesneyi canlıymış gibi algılamaktır. Bu yaş çocuklarının oyunlarında oyuncaklarına canlıymış gibi davrandıkları sıklıkla görülen bir durumdur. Örneğin, oyuncak bebeği, abisi tarafından bir kenara fırlatılan bir çocuğun, bebeğinin canının yandığını düşünerek ağlaması, kız çocuklarının bebeklerinin altını temizlemesi, yemek yedirmesi, uyutması…vb.

Artifikalizm (yapaycılık) ise, doğal olguları birisinin yaptığı ya da bunlara birisinin neden olduğu inancı ifade etmektedir. Beş yaşındaki bir çocuğun, güneşi birisinin kibritle yakarak tutuşturduğu bir ateş olarak açıklaması yapaycılığa uygun bir örnektir. Ay’ın geceleri beyaz görünmesini, birinin onu beyaza boyadığı ya da üzerini beyaz bir örtü ile örttüğü düşüncesiyle açıklaması, artifikalizmin günlük yaşama yansıyan yönüdür. Kısmen animizm, ama bütünüyle artifikalizm dinlerin ve bütün inanışların var olmasında etkili görülebilir.

Çocukluk dönemindeki dini imgelerin çocuklar için oldukça önemli olduğu bilinmektedir. Çocukların somut işlemler döneminde Tanrı’yı insan biçimli olarak, yani “sıradan bir insana benzeyen, bulutların üzerinde yaşayan, diğer insanlardan farksız” bir varlık olarak düşünmeleri Piaget’ye göre dönemin özelliklerindendir.

Piaget’ye göre çocuk zihninde nesneler bir yandan canlıdır bir yandan üretilmiştir. Piaget’e göre çocukların bilişsel gelişimi ile ahlaki yargıları arasında ilişki vardır. Çocuk kuralların değişmezliğine inanır ve kurallara uymayanların otomatik olarak cezalandırılması gerektiğini düşünür. Bu dönemde çocuğa ebeveyni ve diğer yetişkinler tarafından ne yapması ve ne yapmaması gerektiği söylenir. Yargı, sadece sınırlı olarak gözlenen gerçeklere dayalıdır ve kural ihlalinde ceza, otomatik olarak verilmelidir. Jules Henry’inin tespitine göre, eğitimin işlevi asla insanın zihnini ve ruhunu özgürleştirmek olmamıştır, aksine onları bağlamak olmuştur.

Algı yönetiminin vereceği olası zararı en düşük düzeyde tutmak için tercih edilmesi gereken en doğru yol, zararlı veya tehlikeli kaynaktan gelecek her türlü mesaja kapalı olmaktır. Algıların sağlıklı muhafaza edilebilmesi için koruması gerekir. Bunun için düşünmeyi öğrenmek, bireyin kendisini ve çevresini yaşam tarzını korumak, yozlaşmaya ve çürümeye önlem almak için eğitmeye çalışması önemlidir. Bu sayede bilinçaltının kurgulanması önlenebilir ve psikolojik güvenlik tesis edilebilir.

O nedenle masallar, çocuk hikâyeleri, çocuk tiyatroları ve temel eğitim çok önemlidir. Bunun yanı sıra karakter tasarımlarında, karakterlerin birbiriyle ve olaylarla etkileşimlerinde, gerilim ve çatışmalarda algılar ve algı yönetimi asla ihmal edilmemelidir.

Bir yazıyı dikkat çekici ve içerik açısından etkileyici kılan unsur, karakterlerin birbirleriyle iletişimidir. Yani karakterlerin birbirlerini etkileme ve birbirlerinden etkilenme sürecidir.  Karakterler gerilim ve çatışmada diğer karakterleri kendisinin haklılığına veya onun hatalı olduğuna inandırmak zorundadır. Bazen kazanmak için bazen de kaybetmemek için diğerlerini zor kullanmadan istediği noktaya getirmeye mecburdur. Bunun da yolu “inandırmaktır”.  Algılama yönetimi için hedef karakterin ya bilincine ya da psikolojisine hitap etmek gerekir. Algıyı yönetmek iletişimi yönetmektir.

Algılama yönetiminde esas şudur;

Algılama yönetimi için strateji gerekir. Elde edilmek istenen etkiye karar vermek önemlidir.

Bunun için hedef karakterin ya da kitlenin kültürü, değerleri, tavır ve tutumları dikkate alınır.

Buna uygun bir mesaj üretilir.

Mesaj sade, basit, kısa, anlaşılır ve yoruma yer bırakmayacak şekilde olmalıdır.

Mesajın vaat ettiği husus, hedefin bir ihtiyacını karşılamalı veya çıkarına uygun olmalıdır.

Mesaj düzenli biçimde tekrarlanmalıdır.

Mesaj ya görsel olmalıdır ya da zihinde görsellik etkisi sağlamalıdır.

Mesaj sadece mantığa hitap ederse başarısız olabilir.

Bu nedenle aynı mesaj duygulara ve bilinçaltına da hitap etmelidir.

Çatışmalar başlasın…

Çatışma olmazsa olmaz öğedir. Her zaman aynı örneği veriyorum. Bir salon düşünün… Her yer bembeyaz. Duvar, tavan beyaz. Yerde beyaz yoga matları var. Fonda mantra duyuluyor. Birbirine çok benzeyen kadınlar yoga matlarının üzerinde gözleri kapalı oturuyorlar. Mantrayı dinleyerek meditasyon yapıyorlar…

Size bu sahneden bir hikâye çıkar mı? Çıkması çok zor? Çünkü farklılıklar yok! Çünkü gerilim yok! Çünkü hareket yok! Eylem yok! Her şey tam bir ahenk halinde… Bundan olsa olsa ya yoganın ne kadar faydalı olduğu konusunda birkaç satırlık yazı çıkar ya da bu tablonun değişmesi üzerine bir hikâye başlar…

Eğer bu tabloda yer alanlar arasında çıkar sorunu olursa, örneğin birinin oradaki birisini ve başka yerdeki bir kişiyi kıskanması, ona öfkelenmesi, onu affedememesi, karşılıksız sevmesi, sakladığı bir sırrı koruma çabası ve saire, o halde bir hikâyenin varlığından söz edilebilir.

Yazılarınızda çatışmaları yönetirken aklınızda bulunsun; “Kimse namağlup şampiyon olamaz.” Yani “hayatı boyunca hiç gol yemeyen bir kaleci varsa, o zaman hiç can acısı, yenilgisi olmayan bir karakter olur”.

Düşünün; Süpermen bile filmlerde kaç yere düştü, kaç defa sorun yaşadı, dertlendi. Rocky bile sonuçta kazansa da zafere ulaşıncaya kadar dünya kadar gözyaşı döktü, o kadar dayak yedi…

Çatışmada taraflar kimdir, sorunun cevabı çok basittir; Herkestir. Herkes çatışır, herkesle çatışır, hatta kendi kendisine de çatışır.

Bazen kişi kendisiyle çatışır. Karşısına çıkan bir durum onun kendisini sorgulamasına yol açar. Kişi kimi zaman iki seçenek arasında tercih yapmak zorunda kaldığında, kendi kimliğini meydana getiren değerlerle ters düşmekten korkar. Kişi çok istediği iki seçenek arasında tercih yapmak zorunda kalırsa, bazen çıkarları ve ilkeleri birbirine ters düşer. Kişinin gücünün veya aklının yetmediği durumlar da vardır. Kararsız kalır, aciz kalır, çaresiz kalır.

Kişi bir başka kişi ile göz ardı edemeyeceği bir bütünlüğe rağmen çatışma yaşayabilir; askerliğe rağmen komutan, mesleki aidiyete rağmen müdür, aileye rağmen eş veya kardeş gibi.

Kişi birden çok kişiyle çatışma yaşayabilir; Mesleki rakipleri, düşman çetenin üyeleri veya bir mesleğin mensupları gibi.

Kişi kavramlarla çatışma yaşayabilir; Toplumsal kurallarla, ekonomik sistemle, yaşadığı yerdeki kültürel değerlerle, görgü kuralları, töreler, gelenek ve göreneklerle…

Kişinin ait olduğu topluluk bir başka toplulukla çatışma yaşayabilir. Örneğin; iki aile, aynı bölgede etki alanı kurmaya çalışan iki silahlı grup veya rakip şirketler gibi.

Kişinin ait olduğu topluluk kavramlarla çatışma yaşayabilir; Suç örgütü, mafya, milis gücü veya bir grubun kan davasına karşı çıkması.

Ayrıca çatışma tabii afetle mücadele, hastalıkla mücadele veya başka biçimde görülen bir engelle mücadele (bir yerde mahsur kalma, hayali varlıklarla) biçiminde olabilir. 

Çatışmalar önlenebilir. Eğer önlenemezse başlar. Başlayan çatışma durdurulur. Eğer durdurulamazsa kriz başlar…

Kriz ve Kriz Kavramları

Karakterler arasındaki ilişkilerde çeşitli şekillerde de olsa “gerilim” ve “çatışma” olması gerekir. Bu çerçevede “kriz” de yaşanır. Başka türlü bir sıralama ve tanımlama ile şu da söylenebilir;

Karakterler arasında çıkar farkı vardır veya çıkarlar farklılaşır.

Bu durumda karakterler arasında gerilim başlar ve yükselir.

Devamınca karakterler cepheleşir ve gerilim önlenemezse çatışma başlar.

Çatışmaların durdurulamaması halinde ise kriz başlar. Yani karakterlerin “hedefi”, “rutini” ve “işlevi” tehdit altındadır.

Yazarın hem bu gerilim ve çatışmaları yönlendirmesi hem de krizi yönetmesi gerekir. Öyle ki, yanlış kriz yönetimi okuyucuyu yazının bütününden kuşku duymaya itebilir. Çünkü okuyucu okuduğu yazıya eleştirel bakar ve kendisine bazen şu soruyu sorar; “Acaba bu krizde başka ne yapılabilir?”. Hatta başka bir yazar da sizin yazınızı okurken kendisine, “acaba ben bu kısmı nasıl daha iyi yazardım” diye sorar. O nedenle kriz konusuna zaman ayırtmak şarttır. Bir ev baskınında “meğerse dolapta dolu tüfek varmış” gibi çözümler veya bir kadının gece parkta saldırıya uğraması halinde, “meğer kadın saldırganları fark etmiş, ayrıca kung fu ustasıymış” gibi hamleler yazıya ve yazara zarar verir.

Krizin sebebi mantıklı ve akla yatkın olmalıdır. Söz konusu marslı istilası dahi olsa bu geçerlidir. Aynı şekilde kriz yönetimi ve krizin bitişi de “makul” olmalıdır.

Kriz nedir

Bir durum beklenen, olağan ve sıradan olan durumun dışına çıkıldığında, sizin öncelikli hedeflerinizi ve işleyişinizi tehdit ediyorsa, acil karar almayı ve uygulamayı icap ettiriyorsa kriz durumudur.

Kriz bazen göz göre göre gelebilir. Bazen gerekli tedbirler ihmal edildiği için, bazen de elden bir şey gelmediği için. Kriz korkutucudur. Kriz olasılığı da öyle… O nedenle kaygılar her zaman çoktur. Bazen krizden daha fazla kriz korkusu zarar verir. Eğer kriz varsa psikolojiye de özel önem vermek gerekir. Başka bir deyişle aklının kenarında bir kriz olasılığı varsa, hemen o olasılığın yanında “krizin senin ve çevrendekilerin psikolojisini nasıl etkileyeceği” de yer almalıdır.

Krizde Tümdengelim ve Tümevarım

Bir krizi veyahut tehdidi analitik bağlamda değerlendirmeden, onunla mücadele edemezsiniz. Öyle bir durumda sizin o krizi yönetmeniz de onu atlatmanız da o krizde ayakta kalmanız da “hayal olur. Analitik düşünce biçimini etkin biçimde kullanmak için birtakım temel yöntemleri doğru uygulamak gerekir.

O nedenle ve özellikle “tümdengelim” ve “tümevarım” yöntemlerini her zaman el altında bulundurmalısınız.

 Pekâlâ nedir bu yöntemler;

Tümdengelim; Genelden özele veya tümelden tikele akıl yürütme yöntemidir. Tümdengelim, doğru olan veya esas alınan önermeden zorunlu olarak çıkan yeni önermeleri türetir. Bu yöntemin püf noktası şudur; “Esas aldığın önermenin doğru olması şarttır”. Çünkü yanlış önerme yanlış sonuca sürükler ve emin ol, bunu bir kriz sırasında yaşayarak öğrenmek istemezsiniz.

Tümdengelime bir örnek vereyim; “Her ekonomik krizde toplumun ahlaki değerleri çöker. Ülkemizde de ekonomik kriz var. O halde ülkemizde de ahlaki değerler çökecek”.

Tümevarım; bu yöntemde ise tümdengelimin tam tersi söz konusudur. Yani akıl yürütmede özelden genele, tikelden tümele gidilir. Tümevarımda tek tek olgulardan hareket edilir ve genel bir önermeye ulaşılır.  Bu örnek de tümevarım konusunda olsun; 

Krizlerde temel gıda maddelerinin fiyatları artar. Krizlerde akaryakıt fiyatları artar. Krizlerde ulaşım fiyatları artar. Krizlerde barınma fiyatları artar. O hâlde krizlerde bütün yaşamsal ürünlerin fiyatları artar.

Tümevarımın diğer tanımları şu şekilde yapılabilir:

Krizde “Neden-Sonuç” ve “Parça-Bütün”

Senaryo çalışmasında daima “neden-sonuç” ve “parça-bütün” ilişkilerini ve farklılıkların etkileşimlerini göz önünde tutun. Örneğin işsiz kaldıysanız veya kalabileceğinizi düşünüyorsanız, bu “sonucun” ardındaki “nedeni” tespit etmelisiniz. Yine aynı örnekten hareketle, sizin işsiz kalmanızın hangi diğer daha büyük ve kapsamlı oluşumların, gelişmelerin ve süreçlerin etkisinde şekillendiğini tespit etmelisiniz.

Ayrıca her gelişme, ondan önceki gelişmelerin toplamının sonucudur. Aynı zamanda da kendisinden sonra peş peşe gelecek gelişmelerin sıfır noktasıdır…

Kriz ve Domino Teorisi

Ondan başka “kriz” söz konusu olduğunda daima “domino teorisi” aklınızda olsun. Tıpkı dizili domino taşlarından birisinin devrilmesinin kendisinden sonrakilerin de devrilmesini tetiklemesi gibi, bir tehdidin etkinleşmesi, benzer özelliğe sahip diğer tehditleri de hareketlendirebilir.  Bir ülkedeki ayrılıkçı hareketin diğer ülkelerdeki ayrılıkçı hareketleri de kışkırtması gibi. Bir sektörde yaşanan iflasların diğer sektörlerde de benzer gelişmeleri hızlandırması gibi.

Örneğin bir akşam haberleri izlerken, akaryakıta zam haberini görürseniz, bu fiyat artışının domino etkisi ile diğer pek çok ürün ve hizmette de fiyat artışına neden olacağını öngörebilirsiniz. Eğer benzeşen özelliklere sahip olguların kategorilerini dikkate alırsanız, hemen her olayda olası domino etkisini de tespit edebilirsiniz.

Kelebek Etkisi

Bir de “kelebek etkisi” var. Kelebek etkisi, Edward Lorenz’e ait bir tabir. Dünyanın herhangi bir noktasındaki küçük bir kelebeğin bir kanat çırpışının dünyanın öbür ucunda bir yerde fırtınaya ya da herhangi büyük bir hava olayına sebep olabilmesi’’ diye özetlenir. Kelebek etkisi genellikle öngörülemez. Önceden tespiti mümkün değildir. Bir örnek verelim, Japonya’nın Kyoto kentindeki bir işletmeci ev hanımlarını hedef kitle kabul eden bir indirim kampanyası düzenleyebilir. Kyoto’daki ev hanımları, kentte açılan yeni popüler alışveriş merkezindeki cazip fiyatları değerlendirmek için, geleneksel olarak yatırım danışmalarının tavsiyesi ile almış oldukları Türk hisse senetlerini satışa verebilirler. Bu durum borsadan yabancı sermaye çıkışı anlamına gelir.  Bunu gören diğer yatırımcılar da aynı yolu izleyebilir.

Yabancı sermayenin hareketlenmesinden rahatsız olan firmalar, büyük bir krizin yaklaştığı kaygısıyla personelde azaltmaya gidebilir. Böylece, Kyoto’daki bir alışveriş merkezi müdürünün kapıya astığı indirim reklamının başlattığı kelebek etkisi, uçakla 17 saatlik mesafede yer alan sizin için bir fırtına başlatabilir. Diğer taraftan kriz çalışmalarında şunu asla akıldan çıkarmamak lazım…  “Doğru değişkendir”.

Dün doğru olan bugün yanlış olabilir. Bugün sevdiğimizden yarın nefret edebiliriz. Bir dönemin en doğrusu, başka bir dönemin en yanlışı olabilir. Değişimi ve değişkenliği gözden kaçırmayın.

Kriz ve Paralel Tarih

“Paralel tarih tezi” de daima işe yarar. Çok söze gerek yok. Benzer bir durum daha önce yaşandığında neler oldu? Kim ne yaptı? Hangi yanlışlar ve hangi doğrular vardı? Sonrasında ne oldu? Gerçek şu ki, kişiler, toplumlar, ülkeler ve değerler “değişime açık” ve “sürekli değişen ve gelişen” kavramlar olarak görülse de aslında pek de öyle değildir.

Hemen herkes kendi genetiğinin elindedir. Her toplum onu meydana getiren değerlerin, kültürün, tarihin, “memlerin” ürünüdür. Mem nedir? Mem şudur; Bir kültür içerisinde kişiden kişiye, nesilden nesile aktarılarak geçen fikir, davranış veya bilgi parçalarına denir. “Mem” kavramı, “gen” kavramına benzetilir.

Tıpkı genlerin değerleri biyolojik olarak aktardığı gibi, memlerin de değerleri genetik olmayan yollardan aktardığı düşünülür. Aile için eğitim, çevre ile etkileşim ve okul eğitimi gibi. Kişinin ve toplumun aslında değişken olmadığı yerde, elbette ülkeler de değişken değildir. Ülkeler de üzerinde bulunduğu toprağın, coğrafyanın emrini dinler.  Farz edelim, ülkede ekonomik kriz baş gösterdi veya ormanda gezintiye çıktığında kayboldun… Daha önce benzer bir durum yaşanmış ise onunla yeni gelişme arasında paralel zihinsel bir hat çekin.  Geçen defa sağlanan tecrübeden faydalanmak lazım… 

Emin olun, İtalya bugün hala Roma İmparatorluğu’nun Akdeniz politikasını takip ediyor. Hiç şaşırmayın, Türkiye hâlâ Selçuklu’nun imar politikasını devam ettiriyor. Siz ise halen ailenizde dört yaşına kadar edindiğiniz kavramlarla yaşıyorsunuz.

Bir örnek vereyim, ben dört yaşındayken ağzımda lokmayla tuvalete giremezdim, kapıda adeta donar kalırdım. Bugün elli yaşıma geldim, ama aldığım “mem” beni yine ve hâlâ ağzımda lokma varken, tuvaletin kapısında adeta görünmez cam bir duvarın ardında tutuyor.

“Aynı nehirde iki kere yıkanılmaz”, “değişmeyen tek şey değişimdir” gibi sözler de doğru ama onlar başka konuda. Aklınızı karıştırmasın.

O halde bir “durum değerlendirmesi” yapman gerektiğinde daha önce yaşanmış benzer bir durumu tespit edeceksiniz. Konunun aktörleri ne yapmış ne yapmamış?

Kriz ve Fraktal Geometrisi

Benoit Mandelbrot adında Polonyalı bir matematikçi uzun zaman önce sizin her kriz değerlendirmesinde işinizin kolaylaşması için geometrik bir buluş yaptı; “Fraktal geometrisi”.

Bu konunun size lazım kısmı şöyle; Neyi ne kadar ve ne şekilde bölerseniz bölün, her parça bütünün bütün özelliklerini taşır. Koca ağaç ile o ağacın minicik tohumu gibi. Dev bir sünger ile o süngerin mikroskobik parçacığı gibi. Devlet ile onun alelade bir memuru gibi. 

Bir uluslararası banka ile o bankanın herhangi bir küçücük birimi gibi. Senaryo çalışmalarında en önemli temel mesele, her zaman gerçekçi ve soğukkanlı olmaktır. Kriz zamanlarında ve öncesinde de duygular yükselir, fazla duygusal bir ruh halinde asla kriz önleme veya kriz yönetme gibi bir çalışma yapılamaz. Sanırım, böyle süreçlerde medyanın yönlendirmesine maruz kaldığınızda teslim olmamanız gerektiğini söylemeye gerek yok. Tereddüt ettiğiniz zamanlarda içinizdeki sesi dinleyin, o ses yanılmaz.  Eğer bir an gelir de kriz ile kavgada yorulursanız, şu soruyu kendinize sorun; “Kavgadaki köpeğin boyu mu büyük, yoksa köpeğin içindeki kavga mı?”

Kırık Cam Teorisi

ABD’de, New York’ta iki dönem belediye başkanlığı yapan Giuliani kentin yaşam düzeyini yükseltmeyi ve suç oranını düşürmeyi başardı. Giuliani kırık cam teorisini şöyle açıklıyor; 

“Metruk bir bina düşünün. Binanın camlarından biri bile kırık olsa, o camı hemen onarmazsanız, çok kısa sürede, oradan geçen herkes bir taş atıp binanın tüm camlarını kırar.

Ben ilk cam kırıldığında, onu hemen onarttım. Bir elektrik direğinin dibine ya da bir binanın köşesine, herhangi bir kişinin bıraktığı bir çöp torbasını görmezden gelir ve onu oradan hemen kaldırmazsanız, yalnız o kişi değil, oradan geçen her kişi çöpünü oraya bırakır ve çok kısa bir sürede dağlar gibi çöp birikir. Ben sokağa bırakılan ilk çöp torbasını kaldırtmakla başlattım. Bir sokağın suç bölgesine dönüşme süreci, önce tek bir pencere camının kırılmasıyla başlıyor.

Çevreden tepki gelmez ve cam hemen onarılmazsa, oradan geçenler o bölgede düzeni sağlayan bir otorite olmadığını düşünüyor, öteki camları da kırıyorlar. Ardından daha büyük suçlar geliyor, bir süre sonra o sokak, polisin giremediği bir mahalleye dönüşüyor.” 

Dolayısıyla suçun küçüğüne, büyüğüne bakılmaz. İster küçük ister büyük olsun, her suç, bir suçtur ve kesinlikle cezasız bırakılmamalıdır. Aynısı ihmal için de geçerli.  Kırık Cam Teorisi’nin asıl mucidi ABD’li suç psikoloğu Philip Zimbardo’dur. Zimbardo, suç oranının yüksek olduğu, yoksul Bronx Bölgesi’yle, yüksek yaşam düzeyine sahip Palo Alto Bölgesi’ne 1959 model birer Oldsmobile marka eski otomobil bıraktı. Araçların plakaları yoktu, kaputları aralık bırakılmıştı. Yoksul Bronx’taki otomobil, üç gün içinde tümüyle yağmalandı. Palo Alto’dakine ise bir hafta boyunca kimse dokunmadı. Ardından Zimbardo ve iki öğrencisi ‘sağ kalan’ otomobilin yanına gidip çekiçle kelebek camını kırdı.

Daha ilk darbe indirilmişti ki çevredeki zenginler bile olaya dâhil oldu. Birkaç dakika sonra otomobil kullanılmaz hale gelmişti. “Demek ki” diyordu Zimbardo, “ilk camın kırılmasına ya da çevreyi kirleten ilk duvar yazısına izin vermemek gerek. Aksi halde kötü gidişatı engelleyemeyiz.”  O nedenle kriz yaşamak istemiyorsanız, siz de “kırık cam teorisinden” sizin konumunuza göre uygulamalar yapın;

Sorunları asla küçümsemeyin ve ertelemeyin. Küçük sorunlar zamanla bir araya gelerek daha büyük sorunlara, krizlere yol açabilir. Çözebileceğiniz ufak sorunları umursamazsanız altından kalkamayacağınız sorunların üzerinize heyelan gibi gelmesini önleyemezsiniz. Diğer taraftan eğer ilgili olduğunuz konuda, sizi etkileyen konuda ilk camların kırıldığını ve buna tedbir alınmadığını görüyorsanız, kriz için geriye sayım başlamış olabilir.

Çıkartılan Dersler…

Herkes hata yapar. Hatta herkes her hatayı yapar. Ama aynı hatayı tekrar yapmayanlar her zaman başarılı olur. ABD’de ordu için geliştirilen bir yöntem hem aynı hatanın tekrarlanmasını önlüyor hem de benzer durumda olanların aynı hataya düşmesini önlüyor.  Farz edelim, bir tank kaza yaptıysa, devamında hemen bir komisyon kuruluyor. Komisyon önce kazanın sebebini tespit ediyor ve ardından eksiklikleri ve hataları ortaya koyuyor. Sonrasında ise aynı kazanın bir daha yaşanmaması için yapılması gerekenleri raporlaştırıyor. Rapor, o kazayı yapanlarla aynı veya benzer durumda olan herkese ulaştırılıyor. Bu yöntemi siz de hayatınız için uygulayabilirsiniz. “Çıkartılan dersler” uygulamasında amaç sorunla yüzleşmektir. Ayrıca sorunun doğrudan ve dolaylı tarafları ve ilgilileri de bir araya getirilebilir.

  1. Öncelikle sorunun yani krizin adı konulur. 
  2. Devamında gelinen noktaya kadar olan süreçte yaşananlar tespit edilir. 
  3. Sonra herkes o krizin doğmasında veya sorunun yaşanmasında dikkatini çeken iç ve dış şartları sıralar.
  4. Söz konusu krizin ya da sorunun olmaması için neler olması veya olmaması gerektiği listelenir.
  5. Elbette ihmaller de özellikle belirtilir.
  6. Bütün süreç boyunca tartışmak çok önemlidir.
  7. Finalde, söz konusu olayın kendini tekrarlamaması için yapılması gerekenler, “olaydan çıkartılan dersler” başlığı ile ortaya konulur.

Bu yaklaşım katılımcılara -örneğin aile mensuplarına- sorunları tartışma, sorunların beraberce üzerine gitme ve beraber çözme alışkanlığını da kazandırır. Katılımcılar sorunlara ve krizlere karşı daha hassas ve daha ilgili hale gelir. Analitik bakışın gelişmesine katkı sağlar. O nedenle gerçekten ciddi bir sorun veya krizin başlamasını bekleme ve bir bakıma “ekip içerisinde tatbikat” olarak görebileceğiniz birkaç egzersiz hazırlayın.

Örnek olarak, ekibi bir araya toplayıp ekibin veya ülkenin gündemindeki bir sorunu “çıkartılan dersler” yöntemi ile tartışabilirsiniz. Bir kişinin gribe yakalanması da konu olarak seçilebilir, yemeğin pişmemesi de veya aylık bütçenin açık vermesi de…

Şunu unutma, amaç suçlu ve sorumlu tespiti değildir; “çıkartılan dersler” uygulamasında amaç, sorunun tanımlanması ve tekrarlamaması için yapılması gerekenlerin tespitidir. Son tavsiye;

Her zaman not alarak ve yazarak yapmak daha etkili olur.  “Çıkarılan dersler” sayesinde olumlu eylemlerde artış ve olumsuz gelişmeler de azalma sağlanır.

Eğer yaşadığınız sorun veya kriz ile ilgili yapacağınız bu çalışma başarılı olursa, aynısı veya benzerini tekrar yaşamazsınız. “Çıkarılan dersler” sayesinde, üç konuda avantaj elde edersiniz;

  1. Kriz önlenmesi ve çözümü
  2. Krize etkin müdahale
  3. Kriz sonrasında yeniden yapılanma ve istikrar sağlama.

Farz edelim, ocaktaki tavadaki yağ alev aldı. Ev yanmaktan zorlukla kurtuldu. Devamında evde “çıkarılan dersler” için çalışma yapıldı. Bu çalışmanın neticesinde, bir daha tavadaki yağ alev almamalıdır. Ayrıca mutfakta yangın olasılığı dikkatle gözden geçirilmiş olmalıdır. Tavadaki yağın alev almasına giden yoldaki hatalar veya gözden kaçanlar bir bir ortaya konmalıdır. Onların tekrarlanmamasının şartları konuşulmalıdır.

Gerekirse görev değişikliği veya benzeri bir önlem düşünülmelidir. Büyük olasılıkla basit bir kontrol sistemi tasarlanmalıdır. Kazanın tekrarı halinde nasıl müdahale edileceği tespit edilmeli veya uygun düşen tedbirler geliştirilmelidir. O mutfağı ve tavayı kullanan herkes bu konu hakkında detaylı bilgilenmelidir. 

Bu sorunun sonrasında mutfak, tava ve yangın olasılığı konularını göz önünde tutarak, evde yeniden istikrar sağlanmalıdır. “Çıkarılan dersler” sayesinde olumlu eylemlerde artış ve olumsuz gelişmeler de azalma sağlanır.

Ekipte veya sorunun/krizin yaşandığı çevrede sağlanan etkileşim, yardımlaşma ve paylaşım sayesinde dayanışma artar. Bu sayede gelişen sinerji her şey bir yana sorunun veya krizin çerçevesinde yürütülen çalışmalarda yer alanların psikolojisini olumlu etkiler, algı çerçevesini ve iletişim yeteneğini yükseltir.   Özellikle birkaç uygulamanın devamında araştırılan sorunlardan çıkarılan derslerin ve geliştirilen basit ama etkili, iyi uygulamaların doğrulanması, lazımsa rutinin içine yerleştirilmesi genel anlamda duyarlılığı artırır. 

Detaylara geçmeden önce şunu bilelim, “eşler arasında kavga” ile “ABD ile Kuzey Kore arasındaki nükleer kriz” esasen benzer parametrelere sahiptir, ancak hacmi ve katmanları farklıdır.

Önce tehditleri saptadınız. Sonra en riskli olanlarını tespit ettiniz. O tehditlerin gelişimini takip ettiniz. Nihayetinde olabilecek krizi öngörmeye çalıştınız. Krizin olduğunun durum tespitinin sonrasında iş yeni başlıyor; eğer bir kriz varsa, onu yönetmek de gerekir. Krizde ayakta kalmak için analitik düşünmek gerekir. Dikkat edilirse kolaylıkla görülür ki krize yenilen ülkeler de sürekli krizde yaşayan kimseler ve topluluklar da analitik düşünme yeteneği gelişmemiş olanlardır.

Kriz yönetimi…

Esas olarak kriz yönetimi, başlamış bir krizin tırmanmasını ve yayılmasını önlemeyi hedefler. Elbette krizin vereceği zararın en alt düzeyde tutulması ve en kısa sürede sona ermesi de hedefler arasındadır.

Kriz yönetiminde bence temel beceri, kendinin de haksız olabileceğini dikkate almayı başarmaktır. Yoksa bütün kabahatin başkasında olduğu varsayımı ile hiçbir yere varılmaz. Bu bakış açısında hata hatayı doğurur. Kriz yönetiminde ve sürecinde her kavramı “sonuç odaklı” değerlendirmek gerekir. Dolayısıyla atılan her adım, gösterilen her niyet ve her gelişme “doğuracağı sonucun krizin bitmesine ve etkisine yapacağı katkı” ile yorumlanır. Kriz yönetiminde sonuç odaklı olmanın yanı sıra kısa vadeli ve faydacı hareket etmek gerekir.

Bir önemli detay daha; Kriz yönetimini başlatırken “doğru hedef tespiti” yapılmak zorundadır. Örneğin sizin açınızdan sizin içine düştüğünüz kriz ile ilgili hedefiniz veya beklentiniz ne olabilir?

Kriz öncesi şartlara dönüş olabilir. Ama pek az krizde krizin öncesindeki şartlara dönüş mümkündür. Çoğunlukla değişim, dönüşüm, yozlaşma ve başkalaşma yaşanır…

Bu nedenle “en az zarar ve hasarla yeni bir dönem başlatmak” uygun bir hedefleme olabilir. Sadece doğru tespit edilen hedefe erişmek mümkündür. Kriz yönetiminin başarılı olabilmesi için doğru hedef tespiti için gayret gösterirken, gereksiz ve faydasız detaylarla boğuşma, özür diletmek, hatalı olduğunu kabul ettirmek, kısasa kısas bir sonuca erişmek gibi yaklaşımlar size bir yarar sağlamaz.

Krizin neden olduğunu tespit edip, krizin getirdiği tecrübe ile kriz sonrası dönemin temel taşlarını belirlemek ve en az hasarla yeni bir döneme başlamanın hazırlığını yapmak, başlı başına doğru bir kriz yönetimi olarak görülmeye uygundur. Kriz yönetimi gerektiren olayda, taraflar yüz yüze ise bu durumda taraflar arasında sürekli iletişim sağlanması kriz yönetimi için gereklidir. Böyle bir durumda, örneğin eşler arasında, bir spor takımı içerisinde, bir büroda veya benzeri bir durumda taraflar muhakkak yüz yüze olmalı ve iletişim kanallarını açık tutmalıdır. Temsilciler, aracılar ve benzerleri kriz yönetimini üstlenmek isteyebilirler ama nadiren gereken katkıyı sağlayabilirler. Çünkü kriz yönetmek ve kriz arabuluculuğu “laf taşımak” ve “baskı yapmak” dışında bir anlama sahiptir.

Böyle durumlarda, yani evde, dernekte, iş yerinde veya benzeri bir yerde, kriz yönetimi için sistemli düşünmek ve açık fikirli olmak teşvik edilmelidir. Söz konusu ortamı -örneğin aileyi veya iş yerini- bir bütün ve adeta bir canlı gibi tasavvur etmek doğrudur. Bir bütünü meydana getiren parçaların birbiri ile etkileşiminde anlaşmazlık veya çatışma olabilir. Ama bu tür krizlerde gözetilmesi gereken ilkeler bellidir. Krizin tarafı olanların da bu ilkelerin gözetilmesi konusunda hemfikir olması gerekir;

  1. Bütün olan varlık -örneğin aile, takım, büro…vs.- yaşatılmalı ve devamlılığı sağlanmalıdır.
  2. Bunun için onu meydana getiren parçalar, elementler hem kendileri hem de bütün için faydalı olanı seçmelidir.
  3. Dolayısıyla bütünü meydana getiren parçalar, elementler hem kendileri hem de bütün için zararlı olanı reddetmelidirler.
  4. Bu parametrelerde mutabık olunduğunda krize taraf olanlar, bu çerçeve içerisinde hareket etmelidirler.

Kriz için dilediğiniz kadar hazırlık yapın, arzu ettiğiniz kadar çok plan hazırlayın, mutlaka bir yerde bir şey ters gider. Ünlü sözdür, “tanrıyı güldürmek istiyorsan plan yap”. Bu nedenle kriz yönetiminde -krizin konusu ve hacmi ne olursa olsun- daima yaratıcı çözümler ve mutlaka proaktif bir yaklaşım gerekli olur. 

Sürekli biçimde “aksama olasılıklarını” tahmin edebilmek lazım. Bunu bir araba yolculuğuna benzetirsek, arabanın A noktasından B noktasına ulaştırılmasında yaşanabilecek aksaklıklar örneğin yakıt bitmesi, lastik patlaması, bakımsızlık nedeniyle sorun yaşanması, yolun kapanması, aracın mahsur kalması ve saire ihtimaller dikkate alınmak zorundadır.

Yönetici kendi kontrolü altında olmayan faktörleri proaktif yaklaşım ile yönlendirebilir. Kontrolü altında olmayan faktörleri önceden tahmin ederek “Proaktif Yaklaşım Yöntemi” ile sorunları çözmeye yönelebilir.


Proaktif Yaklaşım Yöntemi


Düşünme şekli olarak, eylemleri ve sonuçlarını öngörerek, kriz yönetiminde bir adım önde olmak, planlı ve programlı bir hayatın sonucu olarak, etkilere değil, etkileri yöneten inisiyatiflere yönelen yaşam algısı, öngörü ve sonucu olan yaratıcı çözümler demektir. Yönetici kendi kontrolü altında olmayan fakat kendisini etkileyen dış etkenler kriz yönetiminde proaktif yaklaşım geliştirmek aşağıda ifade edilecek unsurların kullanılması ile gerçekleşebilir.

  1. Doğru ve Yeterli Bilgi Akışı Sağlama: Krizin oluşumunu engellemedeki önemli bir unsur, doğru ve yeterli bilgi akışının sağlanmasıdır. Sistemin kabiliyetine bağlı olarak karar süreci içine giren kaliteli bilgi etkili bir bilgi akışını içererek sistemdeki aşırı yüklenmeleri engeller. Bu sayede iletişim kanallarında oluşan gürültü azalır. Bu ise doğru bilginin doğru zamanda doğru kişiye ulaşmasını sağlayarak, bilgi eksikliği veya yanlış anlamalar sebebiyle risk unsurlarının krize dönüşmesini önlemiş olur. Pek çok durumdaki örgütsel iletişim bir işletmenin yasallığını anlamlı bir şekilde değiştirebilir. Etkili iletişim işletmenin değişimini engellemez fakat işletmede oluşabilecek diğer riskleri azaltır. Şayet düzenli bir şekilde yürütülürse krizin ilerlemesini azaltabilir.
  2.  Göze Alınacak Risk Miktarını Belirleme: İşletmelerin de canlılar gibi yaşam süreleri vardır. İşletmeler doğarlar, büyürler ve ölürler. Gerek kuruluş döneminde gerekse büyüme sürecine girdiğinde sahip olduğu kaynaklara göre amaçlarını gerçekleştirmek için göze alması gereken bir risk vardır. Bu yüzden alınacak risk miktarının belirlenmesi önemlidir.

Çünkü bu miktarın üzerine çıkılması, riskli durumun her an krize dönüşmesine zemin hazırlayabilir. Yöneticiler ne kadar risk alabileceklerini iki kritere göre belirlemelidirler. Bunlardan birincisi, amaçların ölçülebilmesi, ikincisi ise başarıya ulaşma ihtimali oranıdır. Görüldüğü gibi sadece ilk yatırım risk içermez aynı zamanda örgütsel değişim ve gelişim boyunca her bir aşamada risk ile karşılaşmak ve bunların krize dönüşmesi mümkündür.

Örneğin teknolojik değişim yapan bir işletmede çalışanların değişime ne oranda uyum sağlayacağının hesaplanması ve buna göre gerekli eğitim programlarının oluşturulmaması potansiyel bir kriz durumudur. Bir kişinin tek başına bir mal ya da hizmet üretmeyi düşünmesi yeterli değildir. Düşünce plana dönüştürülerek kaynaklar ve insan gücü ile bir gerçeğe dönüştürülmelidir.

Bu durum genellikle işletmenin kuruluş safhasıdır, pazar kimlerden oluşmaktadır, insan kaynağının durumu nedir, üretim süreci ne şekilde olacak, rakiplerimiz kimlerdir, maliyetimiz ne olacaktır gibi pek çok soru sorulmalı ve cevaplanmalıdır. Bu sayede ilişkide olacağımız faktörlerin bizi ne oranda etkileyeceği ve taşıdığı riskler belirlenir. Böylece sahip olunan kaynakların miktarı ve amaçlar karşılaştırılarak alınacak riskin uygun olup olmadığı belirlenebilir.

  • Erken Uyarı Sistemleri Oluşturma: Erken uyarı sistemleri sayesinde krizin varlığı, şiddeti ve yoğunluğu tespit edilebilir. Bu sayede işletmenin varlığının istikrarla sürdürülmesi imkânı doğar. Erken uyarı sistemi, mali oranlardan hareketle, işletmenin başarı durumunu tespit edebilmek için oranları tek tek dikkate alma yerine, onları başarılı-başarısız işletme grupları içinde birlikte değerlendirme sürecidir. Erken uyarı sistemi genellikle dört analiz süreci üzerine kurulmaktadır.

Bunlardan ilki çevre analizidir. Çevre analizinde çevrede aynı faaliyet dalındaki işletmelerin bir analizi yapılır ve bunlar başarılı ve başarısız olarak gruplandırılır. Sonraki safhada seçilen işletmelerin bilanço ve kar-zarar cetvellerinden mali oranları hesaplanır. Mali oranlardaki gelişmelere bakarak işletmenin yakın gelecekteki durumları tahmin edilmeye çalışılır.

Daha sonra her yıla ait başarılı ve başarısız işletmelerin oran ortalamaları bir grafik haline getirilerek, her bir oranın başarılı ve başarısız işletmeler açısından nasıl bir gelişme gösterdiği ortaya konur. Son olarak bu farklılıkların sebepleri ayrıntılı olarak incelenerek işletmenin ne yönde gelişme gösterdiği yorumlanır. Elde edilen geniş kapsamlı karşılaştırmalı veriler ile gerek sektörel bazda bir krize girilip girilmediği ve gerekse işletmenin mevcut kaynak kullanımı ve yönetimi ile bir krize doğru gidip gitmediği anlaşılır. Böylece ortaya çıkmakta olan bir krizi işletme için bir fırsata dönüştürme şansı da ortaya çıkar.

  • Krize Karşı Önleyici Planlama Yapma: Yöneticiler, gelecekteki krizler için gelecekte oluşabilecek pazar baskısını önceden tahmin ederek dikkatlerini yöneltme eğiliminde değildir. Bununla birlikte burada öğretilen Nuh peygamberin yağmur başlamadan gemiyi inşa etmeye başlaması ifade edilmektedir. Böyle bir stratejik duyunun kendisi gerilim yükseldiğinde büyük bir avantajdır. Etkili planlama yapılması ile problem en uç noktaya çıktığında gerçek problem üzerinde odaklanma imkânı doğar ve hareket için bir yapı temin eder.

Kriz yönetiminde önemli nokta, işletmenin krizle karşılaştığı anda yerine getirilmesi gereken faaliyet planlarının varlığıdır. Kriz yönetimi için başvurulan planların hazırlanması bütün krizler için genel olarak benzerdir. Plan uygulama stratejileri farklı tarzdaki krizler için çok önemli şekilde farklılık göstermemektedir. Yani temel olarak kriz önlemek için geliştirilen planlamalar benzer aşamalar sonucu hazırlanır. Tutarlı bir yaklaşım potansiyel bir krizin tanımlanması yani risklerin tanımlanması ile başlar. Bu aşamada; Oluşacak durumların krize dönüşebilecek bir potansiyeli var mıdır?  Kriz şirkette benzer şekilde yaşandı mı veya aynı sektörde benzer işletmelerde yaşandı mı ve yenileyebilir mi?  Planlanan uygulamalar çıkar grupları tarafından engelleniyor mu?

  • Planları Yazıya Dökmek: Kriz önleme konusunda hazırlanan planların yazıya dökülmesi çok önemlidir. Çok sıklıkla görülmektedir ki sözlerle ifade edilen planlarlar uygulama safhasına geçememekte veya birkaç kişinin düşüncesinde ortaya çıkmamaktadır. İşletmeler “Şu iş şöyle olursa Ahmet ne yapacağını biliyor” sendromunu aşmalıdır. Ahmet tatile çıkmış olabilir. Hatta orada olmasına rağmen ve bütün isteyenlere seve seve her şeyi açıklamaya hazır olmasına rağmen açıklama yapamayacak kadar meşgul olabilir.

Planların yazılı olarak bulunmaması zaten aşırı görev yükü olan yöneticiler için saatlerce ilave bir çalışmaya sebep olabilir. Çalışanlar temel uygulamaları yapmada yetersiz olabilir, örneğin, çalışanlara acil bir durumu bildirmedeki yetersizlik, iş yapma şekillerine özgü etkiler hakkında yoğun telefon görüşmelerine sebep olabilir. Telefon numaralarının ihtiyaç duyulduğu anda yazılı olarak bulunmaması sebebiyle değerli zamanlar kaybolur ve mevcut kriz durumu büyür. Kriz ortaya çıkmakta olduğunda yapılacak şeyler ve bunları yapacakların listesi kontrol edilerek bunlarla ilişki kurulmasıyla örgütlenme düşünülmeyecek şekilde kolaylaşarak mevcut duruma karşı anında tepki verilebilir.

  • Fedakârlık Miktarının Belirlenmesi: İşletmelerin yaşayabilir bir sistem olarak ayakta kalabilmesi için yöneticiler de gerek üretilen mamulün türü gerek kullanılan teknoloji ve gerekse personelden ihtiyaç duyulduğunda belirli oranlarda fedakarlıklar yapabilmelidir.
  • Kriz Önleme Takımları Oluşturulması: Kriz önleme takımları kriz oluştuğu anda değil de adından da anlaşılacağı gibi, şayet kriz oluşursa etkisini en az düzeyde tutmak ve diğer takımların kriz tekrarı anında krize karşı etkili tepki verebilecek şekilde hazırlanmasını içerir. İşletmedeki potansiyel kriz riskleri ve beklenmeyen durumlar için geniş şekilde işletmenin politikalarına uygun olarak bu takımlar formüle edilir ve oluşturulur.

Proaktif kriz yönetim stratejisi için bir örnek

Takımın belirlediği politikaların uygulanabilmesi için işletme içindeki bölüm müdürlerinin her biri tarafından mali ve diğer kaynaklarla desteklenmesi gerekir. Aynı zamanda politikaların uygulanması için yetki ve sorumluluk ta verilmelidir. Örnek: Vestel Kriz Yönetimi Stratejisi; olası kriz senaryolarının belirlenip, hareket planlarının önceden hazırlanması ve gerekli kaynakları sürekli erişilebilir tutulmasını; kriz baş gösterdiğinde planların en hızlı ve etkin şekilde uygulanmasını gerektirir.

Vestel’de proaktif kriz yönetiminde en önemli faktör risk haritalarıdır. İş planlarının gerektirdiği ana senaryo üzerinde çalışılırken, muhtemel diğer senaryolarda dikkate alınır. Ve diğer senaryolara “geçiş köprüleri” her zaman açık tutulur. Çoğu firma bu krizler sonrasında personel istihdam, üretim düşüşleri yaşarken, Vestel’in bu krizlerden az yara ile ve hatta güçlenerek çıkmasının altında yatan etkenlerden söz edelim. Vestel’in bir kriz yönetimi stratejisi var,

Adı da elbette “Vestel Kriz Yönetimi Stratejisi”. Vestel’de krizlerle başa çıkmak için “proaktif kriz yönetim stratejisi” uygulanıyor. “Proaktif Kriz Yönetimi” için önce olası kriz senaryoları belirlenir ve onlara göre “harekât planları” hazırlanır. Bu planlamanın püf noktası ise gerekli kaynakların sürekli erişilebilir halde olmasını sağlamaktır. Bu sayede kriz başladığında planların en hızlı ve en etkili biçimde uygulanması sağlanır.  Vestel açısından proaktif kriz yönetiminde en önemli faktör “risk haritaları”. Asla planlama tek boyutlu ve tek düzlemli olmaz. Hem ana iş akışı için iş planları vardır ve bunlara göre ana kriz senaryosu hazırlanır hem de olası diğer bazı senaryolar tespit edilir. Muhtemel değişiklikler ve sürprizler de düşünülür ve “senaryolar arasında” lazım gelen “geçiş köprüleri “hazır edilir. Bu sayede Vestel krizleri ya az hasarla ya da kazançla atlatır. O sırada diğer kimi firmalarda ise istihdamda ve üretimde düşüşler yaşanır. Bu uygulamayı siz de hem iş hayatınızda hem de özel veya sosyal hayatınızda uygulayabilirsiniz.

Pazarlama Müdürü N. Kutalp Koyunoğlu’nun bu konuda hazırladığı satır başları şöyle;

• Etkin ve Operasyonel Liderlik: Çalışan katılımlı, hızlı uygulanabilir maliyet azaltma projeleri; Dikey ve yatay iletişimin arttırılması, Günlük seviyede “Kriz Yönetim Toplantıları”; Product/Project/Supply Manager sistemi ile yatay iletişimin güçlendirilmesi

• Hiyerarşilerin ve Katmanların azaltılması

• Kriz Toplantılarına genel katılım sağlanması. İşi yapan ilk elin sürece dahil edilmesi

• Ara kademelerin farklı analiz/destek süreçlerine yönlendirilmesi

• Yetkilerin ve eğitimlerin devamı ile yeteneklerin arttırılması; Zaman kayıplarını azaltmak için yetkilerin arttırılması. Bu yetkiye sahip olabilmesi için çalışanların eğitimlerinin devam etmesi…

• Esnek üretim Politikası: Ürün çeşitliliği (Kombi, SKD, CKD ürünler vb.)

• İç pazardaki daralma nedeniyle ihracat ağırlıklı çalışma ve ihracata Ağırlık

• Etkin stok yönetimi: Malzeme stok sürelerinin azaltılması; Ürün stok sürelerinin azaltılması • Global oyuncularla iş birliği: Japon müşteriler- JVC, Hitachi, Sharp, Toshiba, Sanyo

• Yeni Pazar ve müşterilere açılım: Rusya, Afrika, Doğu Avrupa, Türk Cumhuriyetler

• Güçlendirilmiş, esnek ve yenilikçi Ar-Ge; Koşulsuz müşteri tatmini sağlamak için gülü Ar-Ge; Ürün çeşitliliği için esnek tasarımlar; Yenilikçi Ar-Ge için ileri Ar-Ge’ler kurulması

• Koşulsuz müşteri tatmini ve güçlü bir Kalite Güvence Sistemi Bunu bir şablon olarak ele alırsak, her sektörde ve hayatın her düzleminde etkin kullanabiliriz.

Sonuç: Vestel son 10 yılda sürekli bir kriz ortamı içinde faaliyetini sürdürmek zorunda kalmasına rağmen, çok hızlı bir büyüme sürecini gerçekleştirebilmiştir. Avrupa’da, ABD’de ve hatta Çin’de birçok TV üreticisi kapanırken, Vestel bugün dünya genelinde söz sahibi global bir oyuncu haline gelebilmiştir. Bu başarıda, “Proaktif Kriz Yönetim” anlayışının sürekli olarak canlı tutulmasının katma değeri çok büyüktür.

Bu şablonu öyküden romana, senaryosuna kadar her sahada kullanabilirsiniz.

Kriz ve Arabuluculuk

Kriz yönetimi için ve arabulucular için altı adımdan meydana gelen klasik bir yapısal model de vardır. Krizi yönetmeye karar veren kişi ile kriz arabulucusu açısından benzer ödevler söz konusudur. 

Bu adımlar şöyledir; “girmek”, toplamak”, “seçmek”, “işlemek”, “planlamak” ve “kapatmak”.

Açıklayalım…

Birinci adım, yani giriş aşamasında krizin yapısal çerçevesi belirlenir ve kriz üzerinde çalışmak için harekete geçilir. Bu aşamada söz konusu kimsenin kendisini duygusal bağlamda kriz ile ilişkilendirmesi önemlidir.

İkinci adım, yani toplama aşamasında kriz yönetimi çerçevesinde tarafların krize bakış açıları ve hedefleri hakkında bilgi edinilir. Güncel durumun şartları ve tarafların tatminsizliğinin detayları saptanır. İkinci adımda amaç soruna kuşbakışı bir açı elde etmektir.

Üçüncü adım, seçme aşamasında arabulucu veya krizi yöneten kişi kriz çerçevesinde yer alan konulardan birisini seçer. Amaç kesinlikle haklı-haksız ilanı değildir. Seçilen konu işlenir. Konu krizde en çok yer tutan sorun olarak tespit edilir.

Dördüncü adım, işleme aşaması kriz yönetiminin veya kriz arabuluculuğunu merkez sürecidir. Bu süreçte amaç yavaşlayan veya hasar alan iletişimin, doğrudan diyalogun yeniden rayına oturtulmasıdır. Bunun anlamı tarafların ilişkisinin yapısının tedavisidir. Diğer konular da ele alınıp işlenir. Taraflar pozisyonlarını ortaya koyarlar. Taraflar diğerinin ortaya koyduğu pozisyon konusunda bakış açısını dile getirir.

Beşinci adım, planlama aşamasında taraflar hazır ise, çözebildikleri sorunları ve çözümlerini yazılı olarak ortaya koyarlar. Amaç burada hukuki belge veya hukuki süreçler için dayanak teşkil edecek belge üretmek değildir. Sadece karşılıklı güvene dayanan ve çözüm için yardımcı olacak notlar hazırlamaktır.

Altıncı adım, kapatmak aşamasına gelmeden önce herhangi bir hususta sorun yaşanırsa, yeniden birinci aşamaya dönülür ve ileriye doğru yapılan işler kontrol edilir. Kapatmak aşamasında kriz yönetim veya arabuluculuk süreci taraflarca beraber değerlendirilir.

Mümkünse tek oturumda gerçekleştirilen süreçte, arabulucu aşamalar ilerledikçe sadece tarafsız değil, aynı zamanda adil davranır. Yani gerek olan durumlarda, haklı ile haksız arasında taraf olur ve bunun nedenlerini de ortaya koyar. Süreç boyunca açıklık en önemli ihtiyaçtır. Arabulucu veya yönetici kendisinden fazla söz etmemelidir. Taraflar yaptıklarını ve düşündüklerini daha iyi, daha güzel gösterecek kanıt aramak yerine, açık ve yalın olmaya dikkat göstermelidir. Eğer kriz yönetimi başarılı uygulanmazsa, en küçük kriz dahi çok büyük sonuçlara neden olabilir. O nedenle kriz kavramlarını çok iyi bilmek ve çok iyi değerlendirmek gerekir.

Kriz Önleme

Bir krizi en az zararla ve en kısa sürede atlatmanın en iyi yolu o krizi önlemektir. O nedenle yaklaşan bir kriz söz konusu olduğunda şu soruya samimi bir cevap bulmak lazım gelir; “Bu krize ihtiyaç var mı?” Eğer bu sorunun cevabı “hayır” ise, o halde kriz konusunda öncelik “kriz önleme” olmalıdır. Krizin bileşenleri ve krizi destekleyen tehditler bilindiği halde, krizin doğmasını önlemek gerekir.

Faydacı ve akılcı bir bakışla şu soruya cevap vermek gerekir; “krizi önlemenin maddi-manevi maliyeti” ile “krizi yaşamanın maddi-manevi maliyeti” kıyaslandığında, hangisi ağır basıyor? Farklı görüşler, eylemler, çıkarlar ve değerler çarpıştığında çatışma ortaya çıkar. Çatışmalar şiddetlendiğinde kriz başlar. Bu çatışmalar, gruplar ya da insanlar arasında farklı kişiler arasında ortaya çıkabilir.  Her anlaşmazlık bir çatışma değildir, her çatışma da kriz değildir.

Ama ortada bir anlaşmazlık varsa, bunun belirsiz bir sürede krize dönüşmesi mümkündür. Eğer farklı bir konuda bakış açıları varsa, şayet bilgi eksikliği veya yanlış bilgi söz konusu ise kriz başlayabilir. Farklı değerler, farklı ahlaki yorumlar, farklı din, farklı kültür ve farklı ideolojiler krize yol açabilir. 

Ayrıca eşit olmayan kaynak dağılımı, yöneten-yönetilen çatışması, farklı yaşam biçimlerinin bir araya gelmesi de kriz üretebilir. Saldırganlık, üstünlük arayışı, her ne sebeple olursa olsun birisine zarar verme çabası da krize neden olabilir. Bunları fiziksel, sosyal, profesyonel, iktisadi, siyasi veya idari bağlamda düşünebilirsiniz. Bu sebeple krizi önlemek için, iletişim olanaklarının etkin biçimde devreye sokulması ve krizin doğmasına sebebiyet verecek etkenlerin peşinen bertaraf edilmesi için çaba harcamak gerekir.

Kriz Çözümlemesi

Her türlü krizde ayakta kalmak için önce mutlaka “kriz çözümlemesi” gerekir. Krizleri aşmak için öncelikle doğru bir çözümleme şarttır. Eğer kriz doğru çözümlenirse, sonuç odaklı doğru stratejiler daha kolay belirlenebilir. Bu sayede krize doğru ve ölçüsünde müdahaleler yapılabilir. Krizlerin her zaman dinamik olduğunu aklınızdan çıkarmayın; “Hiçbir kriz başladığı gibi bitmez”.

Ayrıca hiçbir kriz için standart reçete çözümler söz konusu olamaz. Kriz çözümlemesi sizin için “zafere giden yoldur”. Hatta “golle bitecek ataktır”.

Kriz, aynı konuda farklı çıkarlara sahip kimselerin veya onlar adına hareket edenlerin çatışmasıdır. Yaşanan çatışma krizin aktörlerinden birinin veyahut diğerinin lehine olan denge noktasını değiştirmek için harcanan bir çabadır. Kriz olması, tehditlerin krize dönüşmesi, krizlerin tekrarlaması kesinlikle kaçınılmaz. Hatta şunu demek en doğrusudur; “Krizler yaşamımızın bileşenleridir”. 

Krizi yönetmek için doğru çözümleme bu nedenle çok önemlidir. Vaktiniz oldukça, antrenman olması için çeşitli krizler hakkında okuyun ve tartışın. İster uluslararası ister ulusal kriz olsun. Krizin konusu, başlığı, tarafları, bağlamı ve düzlemi hiç fark etmez. Bu sayede krizleri yönetebilmek için, öncelikle benzeyen veya benzemeyen krizlerin nasıl ortaya çıktığını, ne şekilde yönetildiğini ve nasıl çözüldüğünü görmeniz size avantaj sağlar.

Örneğin; “Hristiyanlığın hızla yayılması üzerine bütün sistemi riske giren pagan Roma İmparatorluğu’nda İmparator 1. Konstantin hemen Hristiyanlığı seçmiş ve kendisini de “Hristiyanlığın koruyucusu” ilan etmiştir.”

Veyahut; “İspanya’da kriz yüzünden (satılamayan evlerin yüzde 70`inin 1. konut, yüzde 30`nun da yazlık 2. konut durumunda olduğu dönemde) Barcelona`daki bir emlak firması ev alma niyetinde olanlara seçtikleri evde 2 gün otel gibi bedava yaşama imkânı sunduğunu açıkladı. Madrid`deki bir başka emlakçı da 200 bin boşanmış çifte ev almaları halinde bir yıl boyunca bedava oturma hakkı tanıyıp, ödemelere 1 yılın sonunda yürürlüğe girmesi kampanyası başlattı. Sevilla kentindeki bir emlakçı ise 49 adet evi 18 ay boyunca aylık 6 Avro daha sonra ise normal ipotek bedelinden satışa çıkardığını duyurdu.” Ne kadar çok kriz çözümlemesi örneği öğrenirsen, krizlerde o derecede daha sağlam ayakta kalırsın…

Kriz Dönüşümü

Krizlerin dinamik olduğunu söylemiştim. Bir bakarsın, başlangıçta gördüğün kriz ile atlattığın kriz aynı değildir. Ayrıca aynı kriz farklı şartlarda çok başka biçimlerde de cereyan edebilir. Ayrıca kriz yönetimi kapsamında ve kriz çözümü için verilen mücadelede “krizin dönüşmesi” çok önemli bir vasıtadır. Krizin dönüşümü çoğu zaman iyi sonuç veren bir stratejidir. Söz konusu stratejinin odağında krizin taraflarının ve ilgililerinin tamamının barışın sağlanması için uygun kaynaklarını devreye sokacak şekilde krizin sonlandırılmasına yönelik desteğini sağlamak için “çok parçalı” ve “çok ödevli” bir operasyon vardır. Kriz dönüşümü, kriz ortamının tamamında özellikle sürdürülebilir, uzun ve pahalı bir değişimin sağlanması anlamına gelir; böylece nihai durum en azından ilk duruma göre bütün taraflar için çok daha fazla fayda sağlar.

Kriz Çözümü

Krizin çözümü, o krizin aşılması için belirleyip uygulamaya koyduğunuz sürecin tamamlanması ile mümkün olur. Sorunun tespit edilmesi ile başlayan süreç, mevcut olunan nokta ile hedef yani çözüm arasındaki en kısa çizgiyi takip etmekle tamamlanır. Eğer krizin tarafları varsa, örneğin iki kişi, grup, toplum, parti, şirket ya da ülke arasında yaşanan bir kriz söz konusu ise, çözümün ya her iki tarafı da mutlu etmesi ya da her iki tarafında mutsuz etmesi gerekir.

Nihayetinde çözüm sadece bir tarafı tatmin ederse, asla kalıcılık sağlayamaz. O nedenle bu tür bir kriz için çözüm aranırken, her iki tarafın da benzer bir ruh haline sahip olmasını gözetmek gerekir. Eğer herhangi bir kriz için çözüm sağlanırsa, öncelikle bu çözümün kalıcı olması için gereken tedbirleri almak gerekir. Aksi halde kriz tekrar edebilir. Yinelenen krizlerin aşılması daha zordur.

Kriz Kabiliyeti

Bu kavram kişinin, grubun, toplumun, şirketin, devletin ve benzerinin çatışmayı üstlenme, yapıcı biçimde yönetme, imkânlara göre öncelik alma ve inisiyatif kullanma gibi hususlara yatkınlarını ifade eder. Diğer bir deyişle; krize hazır olmakla aynıdır. Kriz kabiliyeti gelişkin ise her ne konuda olursa olsun, yaşanan krize sadece uygun bir çözüm aramaz, inisiyatif alarak kurduğu zeminde, iyi ilişkiler, hoşgörü, adil tartışma kültürü ve açıklıkla hareket eder.

Kriz kabiliyetinin söz konusu olduğu yerde, “sorunun reddi”, “kendini peşinen haklı ve kazanan ilan etme”, “kendi konumunu diğer tarafa mutlak karşıtlık üzerine bina etme”, “saldırgan üslup”, “krizden korku” olmaz. Kriz kabiliyetinin oluşması ve gelişmesi için “kendine yabancılaşma” olmamalıdır, “empati” ve “göreve hazır” olmak lazımdır. Kendini gerçekleştiren, geçmişine ve geleceğine sahip çıkan, sahip olduğu değerleri sorgulayarak geliştiren kişi veya kuruluş kriz kabiliyetine sahip olur. Buna dilerseniz sorun çözme yeteneği de diyebilirsiniz.

Krizin Tırmanması

Krizlerin asla başladığı gibi devam etmediğini biliyoruz. Krizlerin asla başlangıç noktası ile bitiş noktasının aynı olmadığını da biliyoruz. O halde krizlerin çoğunun gelişim sürecinde çıkışlar ve inişler var. Bakalım bunlar nelermiş? Bu yöntemle hem krizin hangi aşamada olduğunu saptayabilirsin hem de daha sonraki aşamaları öngörebilirsin. Hatta buna krizi ölçümleyebilmek için “krizmetre” de denilebilir.

Esas olarak krizler dokuz aşamadan oluşur. Başka bir deyişle her biri üç adım içeren üç aşamadan meydana gelir. Daha önce dünyada beş aşamalı merdiven modeli geçerliydi. Ama geçmişte kaldı.

Esas olarak kriz sürecinde şu üç aşama yer alıyor;

  1. Kazan-kazan
  2. Kazan-kaybet
  3. Kaybet-kaybet

Burada şunu görüyoruz; Krizlerin çözümünün en kolay olduğu aşama başlangıcıdır ve zaman geçtikçe her kriz çözümsüzlüğe sürüklenir. Birinci aşama da uzlaşma henüz mümkündür ve tarafları tatmin edecek bir yol bulmak, sonraki aşamalara göre daha kolaydır.

İkinci aşamada taraflardan birisi diğerine üstünlük sağlar ve artık çözülmesi gerekenler bir krizden daha fazlasıdır. Sorunlar yeni sorunlar ve tehditler yeni tehditler üretmeye başlar. Avantaj elde eden taraf için kriz ve krizin sürmesi artık faydalıdır.

Üçüncü aşamada bütün taraflar kaybeder. Harcanan zaman, emek ve daha fazlası kazanmayı imkânsız hale getirir. Üçüncü aşamadan sonra kriz dönüşüm geçirir ve taraflar da dejenere olur, yozlaşır. Kriz anlam kaymasına uğrar ve tarafların da krizin değişimine/dönüşümüne koşut olarak pozisyonları sürekli değişir. Bir süre sonra krizin devamlılığı tarafların sessiz mutabakatı halini alır. Şimdi yeniden birinci aşamaya dönelim, her aşamanın içerisinde yer alan adımlara bakalım.

Birinci aşamada, yani kazan-kazan aşamasında yer alan üç adım şöyledir; “Sertleşme, tartışma, söylem yerine eylem” Krizin ve çatışmanın başlangıcı gerilimdir. Fikirler ve çıkarlar arasında uyumsuzluk öne çıkar ve gerilim hızla artar. Sertleşme başlar. Eğer gerilim düşürülmezse, fikirler ve çıkarlar daha köktenci bir hale gelir. Krizin esas nedenleri çok daha derinlerde de olsa, yaşanan gerilimde tümdenci bakış egemen olur.

İkinci adımda sertleşmeyi tartışma takip eder. Taraflar öncelikle diğer tarafa üstünlüklerini ispat etmeye çalışırlar. Bunu sağlayacak stratejiler denerler. Hem karşı tarafı hem de doğrudan taraf olmayanları baskı altına almaya çalışırlar.

Üçüncü adımda söylem yerini eyleme terk eder. Taraflar baskı dozunu artırır. Taraflar arasında iletişim kanalları tıkanır ve iletişim bloke olur. Tarafların görüşmeye, müzakere ve her türlü doğrudan iletişime güveni kalmaz. Taraflar merhamet gibi duygulardan uzaklaşır ve eylemler başlar. İşte tam bu noktada “kazan-kazan” aşaması sona erer. Bundan sonra sadece “kazan-kaybet” mümkündür. Yani taraflar beraberce kazançlı çıkmayı beceremediği için “taraflardan en az birisinin kaybedeceği” aşamaya geçilmiştir. İkinci aşamada, yani “kazan-kaybet” aşamasında şu adımlar yer alır; “İttifaklar, kayıplar, tehditler”

Bu aşamanın birinci ve sürecin dördüncü adımında “ittifaklar” başlar… Krizin taraflarının yanı sıra kendisini bu krizle ilgili görenler taraflara yandaş olur. İttifaklarda temel görüş diğer tarafa zarar vermektir. Dördüncü adımdan itibaren taraflar krizi kazançlı bitirmenin zorluğunu kabul etmiştir ve diğer tarafın kazançlı çıkmamasını temin etmeye odaklanmıştır.

Bu aşamanın ikinci ve sürecin beşinci adımında “kayıplar” yer alır. Kazanma fikrinden uzaklaşıp, diğer tarafa kayıp yaşatma fikrine yaslanan taraflar karşı tarafa verdirebilecekleri en ağır kayıplar için her türlü teşebbüsün içine girerler.

Bu adıma adını veren kayıp, “ahlaki güvenilirliğin, güvenin ve itibarın kaybıdır”. Bu aşamanın üçüncü ve sürecin altıncı adımında “tehdit stratejileri” yer alır. Taraflar krizin kontrolünü ele almaya çalışmaktadır. Krizin kontrolünü elde tutmayı kendi egemenliğinin ölçütü olarak değerlendirmektedir. O nedenle krizin kapsamına ve bağlamına göre tehditler üreterek, karşı tarafı pes etmeye ve krizin getirdiği zararı üstlenmeye zorlarlar.

Örneğin dava açma tehdidi, yaptırım ve ambargo koyma tehdidi gibi tehditler ortaya konulur. Tehditlerin hacmi, gerçekçiliği ve gerçekleşip gerçekleşmemesi bu aşamanın en kritik noktasıdır. Bence krizin kırılma noktası bu adımdır. Üçüncü aşamada, yani “kaybet-kaybet” aşamasında şu adımlar yer alır; “Sınırlı imha, parçalama, beraber çöküş”. Son aşamada, “kaybet-kaybet” aşamasındaki birinci ve süreçteki yedinci adımda “sınırlı imha” yer alır.

Tehditler ya uygulamıştır ya da uygulanmasa da taraflardan birisi krizi daha yüksek oranda şiddet içeren bir noktaya taşımaya karar vermiştir. Her yönteme başvurularak karşı tarafa kalıcı hasar vermeye çalışılır. İlkeler bir yana itilmiştir.

Verilen hasarlar krizi kazanmak şeklinde yorumlanır. Artık taraflar birbirine verdiği hasarlara bakarak, krizi adeta bir maç gibi mütalaa etmektedir. Son aşamasının ikinci ve süreçteki sekizinci adımda “parçalama” vardır. Bu adıma “ayrıştırma” adı da verilebilir. Özetle bütün çaba karşı tarafın sahip olduğu “destek sistemini”, yani karşının “koalisyonunu” dağıtmaktır.  

Hem son aşamanın hem de sürecin son adımından “beraber çöküş” bulunur. İşler bu noktaya gelirse, taraflar “karşı tarafın mahvını görebilmek, kendisinin de yıkılmasına arzu olma” noktasındadır.


Krizin Hafifletilmesi

Çoğunlukla bir krizin hafiflemesi, krizin taraflarının ilgili pozisyonlarını terk etmelerinin mümkün olmadığı noktada gerçekleşmeye başlar. Örneğin boşanma davasında ortak çocuğun velayeti ile ilgili karar verildiğinde veya devlet tabiyetindeki kimselerin hakları ve özgürlükleri ile ilgili yeni bir düzenleme yaptığında bu durum söz konusu olur.

Krizin hafifletilmesi için izlenen strateji modelleri arasında bir tanesi senin için diğerlerine göre daha işlevsel görünüyor;

Adım 1-3: Arabuluculuk, yatıştırıcı yaklaşım, ılımlı tutumun desteklenmesi, ödüllendirilmesi Adım 3-5: Süreç izleme ve sürece aktif biçimde katılım.

Adım 4-6: Sosyoterapist tutumla sürece yoğun destek

Adım 5-7: Arabuluculuk, yatıştırıcı yaklaşım, ılımlı tutumun desteklenmesi, ödüllendirilmesi Adım 6-8: Hakemlik / mahkeme işlemleri

Adım 7-9: Müdahale.

Krizin iletişimle çözülmesi

İşe iletişim ile başlayalım. İletişim en şematik tarifi ile şöyledir; (A) dan (B) ye bir mesaj gönderilir. Mesaj bir kanalla gönderilir. Sonra (B) den (A) ya geri besleme gelir. Yani bir kaynak ve bir alıcı arasında yer alan kanalda mesaj gider ve gelir.

Şöyle de denilebilir;

“İletişim, bir kaynaktan (kişi, kişiler veya organizasyon), bir araçla (yazılı, sözlü, görsel veya beden dili ile), bilgi, haber, düşünce, durum, duygu veya kültürün bir başka insan veya insan topluluklarına aktarılmasıdır.”

Görüldüğü gibi yazar yazı çalışmasında “karakterler arası iletişimi” yönetir. Bu yüzden yazar uzman bir iletişimci olmasa da bu konuda özen göstermelidir. Karakterler sözlü ve sözsüz iletişimleriyle şunları ortaya koymalıdır;

“Kişiliği, zaafları, güçlü yönleri, tepkileri, niyeti, empati yeteneği, beklentileri, duyguları ve bunları ifade biçimi ve kendisiyle iletişimi.”

Size burada yazılarınızda üreteceğiniz krizin iletişim ile çözülmesinde kullanabileceğiniz altı yöntemi veriyorum. Eğer sahip olduğunuz karakterler bir krizi iletişimle çözeceklerse veya böyle çözmeyi deneyeceklerse, bu iletişim yöntemlerinden faydalanabilirler.

Dört Kulak Modeli

Kriz önlemek ve çözmek için iletişimden faydalanacaksak, mutlaka ama mutlaka Friedemann Schulz von Thun’un dört kulak modelini ele almak zorundayız. Von Thun’un bu modellemesine göre, verilen her mesaj, iletilen her mesaj, iletişimde ağzımızdan çıkan her cümle dört ayrı bilgi verir… Şöyle ki…

Verdiğimiz tek bir cümlelik ve hatta tek kelimelik mesaj bile dört katmana sahiptir. Mesaj karşıya, sağlanan iletişimin gerekçesini bildirir. Ayrıca senin o konuya bakış açını bildirir. Ek olarak onun hakkındaki (veya onunla ilişkin hakkındaki düşünceni içerir. Son olarak ondan beklentini dile getirir… Farz edelim, karşımızdaki kişi komşumuz ve ona şu mesajı verdik;

 “Ben artık akşamları kitap okuyorum” Buradaki katmanlar o halde şöyle olabilir:

1.Konumuz:(önemsediğim, gündeme getirdiğim konu) akşam saatleri

2. Kendi hakkımda: Ben sessizlik istiyorum

3. Senin hakkında: Senin bu konuya gereken dikkati göstermediğini düşünüyorum

4. Talep: Gürültü yapma!

Şiddet İçermeyen İletişim

Her türlü krizle mücadelede “şiddet içermeyen iletişim” senin en güçlü silahın olabilir. Esası itibariyle şiddet içermeyen iletişim bir konsepttir. Bu konsepti Marshall B. Rosenberg geliştirdi. Şiddet içermeyen iletişim insanlara diğer insanlarla iletişim kanallarını açık ve iletişimi güvene ve sevince dayalı biçimde sürdürmelerini kapsıyor. Şiddet içermeyen iletişim hem krizle mücadele için hem de krizin başlamadan önlenmesi için çok etkin kullanılabilir. Esas olarak şiddet içermeyen iletişimi günlük yaşamdaki herhangi bir konunun krize dönüşmesini önlemek için de kullanmak doğru olur.

Kişisel ihtilaf, mesleki sorun, sosyal bir sorun veya benzeri ve olağanın dışındaki bir durumda kullanmaya uygundur. Şiddet içermeyen iletişim için iletişim kanalları sürekli açık tutulur ve sürekli kullanılır. Mesaj alınır ve mesaj verilir. İletişim kanallarının sürekli açık ve işlevsel olması için sürekli mesaj verilerek geri besleme sağlanır. Geri besleme ile gelen mesajlar değerlendirilerek yeniden mesaj gönderilir. Bu işlemin yenilenmesi ile iş birliği ve yaratıcılık harekete geçirilir.

Yalnızlaşma, yalıtılma, bilgi akışının kesilmesi, gıyabında süreçlerin gelişmesi büyük nebzede önlenir. Bazı akademik değerlendirmelerde şiddet içermeyen iletişim yerine “birleştiren iletişim”, “kalp dili”, “empatik iletişim” ve “zürafa dili” terimleri de kullanılır. Zürafa şiddet içermeyen iletişimin sembolüdür. 

Uzun boyun “sağduyu” ve “uzağı görebilmeyi” ifade eder. Ayrıca zürafa karada yaşayan memeliler arasında en büyük kalbe sahip hayvandır. Şiddet içermeyen iletişimde empati, kendini karşındakinin yerine koymak çok önemlidir. Onun gibi düşünmek, onun tepkilerini öngörebilmek belirleyicidir. Sürekli açık iletişim kanalları ve kesintisiz mesaj alınıp verilmesi, tarafların birbirini anlamasını ve zamanla kendisini diğerinin yerine koyarak düşünebilmesini sağlar.

Mesajlar zamanla daha sade hale gelir. Yanlış anlamalar veya önyargılı bakış açıları zamanla törpülenir. Böylelikle krize etkisi olan veyahut krize edeceği tahmin edilen öğeler bu sayede elenir. Empatik temas sağlandığı için sorunun veya krizin gerçek içeriği ile ilgili farkındalık gelişir. Şiddet içermeyen iletişimin bir püf noktası da şudur. İletişimin taraflarının tamamının bunun bilincinde ve tercihinde olması gerekmez. Sadece bir tanesinin bunu gözetmesi gelişmeye yeterli olur. Krizlerin başlangıcında yanlış anlama, hatalı algılama, önyargı, yanlış dil seçimi gibi nedenler yer alabilir. Tek yönlü iletişim hemen her konuyu er ya da geç bir krize dahil edebilir.

Sürekli değişimin ve dönüşümün olduğu bu dünyada kişinin kendisini ve kullandığı dili sürekli yeniliklere açık ve değişimin içerisinde tutması gerekir. Eğer statükoculuk varsa, eğer dil ve düşünce statik ise kriz için geriye sayım başlamış demektir. Elbette her kişinin, ailenin, toplumun, alt grubun, ülkenin, milletin öznel değerlendirmeleri vardır. Bunun da olması olağandır ve doğrudur ama söz konusu öznel değerlendirmelerin mutlaka gerçekçi, nesnel gözlemlerle bağlantılı olması, bu bağlantıların sağlanması şarttır. Diğer türlü dil ve düşünce şizofreniye kayar. O nedenle “kriz” veya “kriz nedeni” olarak görülen her öğe “değerlendirme yapmadan gözlemlenmelidir”. Önce öğe tespit edilir. Sonra nesnel biçimde gözlemlenir. Daha sonra nesnel gözlem sonucunda ortaya çıkan bilgiler, yeni durum öznel değerlerle değerlendirilir.

Şiddet içermeyen iletişimde önemli olan bir diğer husus da şöyle; Hemen herkes eleştirilmekten rahatsız olur. Eleştiriyi saldırı gibi gören çoktur. Böyle durumda pek çok kimse gelen mesajı almayı keser, iletişim kanalını kapatır. Bu arada da savunmaya ve karşı saldırıya yönelir. Görüldüğü gibi şiddet başlar. Hâlbuki esas olan “empatinin” sürekliliğidir. Bu nedenle söz konusu kişinin sana bu eleştiriyi neden yönelttiğini gözlemlemen ve sonra değerlendirmen gerekir. Belki haklıdır. Belki haksızdır. Belki bu eleştiriyi sana iyi niyetle veya kötü niyetle yönlendirmiştir. Ama öncelikle gözlem gerekir. 

O halde “gözlem” yapmalısın, bu gözlemden hareketle senin ve karşındakinin “duygusunu” tespit etmelisin. Devamında senin ve karşındakinin “gereksinimini” bulmalısın ve “rica” ederek, sorunun oluşmasını veya sorun oluştuysa olumsuz sonuçlarını silmeyi denemelisin.  Tekrar ve tekrar altını çiziyorum; Gözlem çıplak olacak! O gözlemin içine değerlendirme girmeyecek. 

Yapılan gözlemin ardından söz konusu durumun ortaya çıkardığı duyguyu tespit etmek çok önemli. Devamında bu duygunun hangi gereksinimle irtibatlı olduğunu bulmalısınız. Büyük olasılıkla güvenlik, anlayış, önemsenme, merhamet, akıl olacaktır. Şiddet içermeyen iletişimde duygular gereksinimlerin ifadesidir. Hangi gereksinim olduğunu tespit ettikten sonra sırada “rica” var. Olumlu kelimeler ve olumlu cümlelerle konuya pozitif açıdan yaklaşarak söz konusu anlaşmazlığı noktalayacak bir rica geliştirmek…

Rosenberg’in formülasyonu ile; Ben A görüyorum. Bu bana B hissettiriyor. Çünkü ben C’ye ihtiyaç duyuyorum. O nedenle D olması lazım. Örneğin; A: mutsuzluk (gözlem) B: yalnızlık (duygu) C: Daha fazla ilgi (gereksinim)

D: yeni bir tatil (rica/talep) veya A: istikrarsızlık B: huzursuzluk C: güven ortamı D: erken seçim gibi…

Neden A görülüyor? B hissedildiği için…. B neden hissediliyor? C eksik olduğu için… C neden eksik? Çünkü D yok! Diğer açıdan; D olursa C’ye duyulan gereksinim ortadan kalkacak ve B hissedilmeyecek. B hissedilmeyince de aynı noktaya bakıldığında A görülmeyecek…

Bu denklem yeri geldiğinde aklı, yeri geldiğinde evliliği kurtarır. Hatta vatan bile kurtarır, savaş bile durdurur!…

Yunus Stratejisi  

Yunus stratejisi yunusların davranış biçimlerini yorumlayıp, bunu insanlara davranış koordinasyonu ve uyum yeteneği üretmek için kullanılır. ABD’li Dudley Lynch ve Paul Kordis geliştirmişler. Bu strateji büyük ölçüde duygusal zekâ, iş birliği ve esneklik içeriyor.  Bu stratejiyi geliştirenler diyor ki yunuslar hedefledikleri amaca ulaşamadıklarında davranış biçimlerini değiştirirler.

Yunuslar her zaman bireyseldir. Ancak grup içerisinde hem bireysel hareket ederler hem de grubun bütününü gözetirler. O sayede hem kendi çıkarlarını hem de grubun çıkarlarını korurlar. Yunuslar amaçlarına ulaşmak için esnek davranırlar. Eğer bir davranış biçimi arzulanan sonucu vermiyorsa, değiştirirler. O nedenle insanların da önyargılarla, dogmalarla ve açıkçası gereğinden fazla kırmızı çizgiyle hareket etmemesi gerekir. 

Yunuslar pes etmez, ısrarcıdır. Eğer pes etmekle bir avantaj elde ediliyorsa, o halde pes ederler. Yunuslar kazanmayı sever. Sevdiğini, istediğini elde etmekten keyif alır. Bu sayede kaybetmek bir yunus için alışkanlığa dönüşemez. Yunuslar her zaman takım çalışmasına açıktır. Ancak daima tek başlarına da ayakta kalacak ve çalışacak yetkinliğe sahiptir.  Gerektiğinde iş birliği yaparlar, gerektiğinde rekabete girerler. Ama iş birliği onlar açısından riskin paylaşılması ve olası bazı bağımsız özel avantajlardan daha kolay ve garantilidir. Yunusların hem kendileri için hem de parçası olduğu grup için bir vizyonu vardır.

Bu vizyon aynı zamanda kimlik üretir. Yunuslar içi çözümler, sonuçlar daima basit, kolay ve şık olur. Örneğin bir anlaşmazlık son bulacaksa, her iki taraf da uzun vadeli, anlamlı ve karşılıklı memnuniyete dayalı bir çözüm talep eder. Yunus stratejisi bireysel plandan, ailevi boyuta, şirket politikasından dernek siyasasına, hatta devlet idaresine kadar hemen her yerde bir kurum kültürünün oluşturulmasında, bir müzakere zemini geliştirilmesinde ve bir iklim kurulmasında değerlendirilebilir. Yunus stratejisi ayrıca sinerji sağlanması için iyidir. Takım kurma, geliştirme ve iş birliği üretilmesinde faydalıdır.

Harvard Konsepti ABD’de 1981 yılında Roger Fisher William L. Ury ile beraber bu düşünce kalıbını geliştirdi. Bruce Patton da daha sonra onlara katıldı. Harvard Konsepti veya Harvard İlkesi “bir kriz durumunda nasıl kazan kazan sonucu elde edilebileceği” sorusuna cevap arıyor. İnsanları ve onların çıkarlarını birbirinden bağımsız değerlendirin. Tarafların çıkarlarına konsantre olun, onların pozisyonunu önemsemeyin. Karar seçenekleri üretin.

Nesnel karar verme ölçütlerinden ayrılmayın. Örneğin yasa ve yönetmeliklerden, ahlâk kurallarından taviz vermeyin. Taraflar arasında iyi ilişkiler korunmalıdır. Taraflar çözüm için gereksinimlerine beraber karar vermelidir. Çözüm için en iyi seçenek tercih edilmelidir. En iyi seçenek ile en kötü anlaşma mukayesesi yapılmalıdır. Paylaşım ihtiyaç ölçüsünde veya eşit olmalıdır. Zaman doğru değerlendirilmeli ve boşa harcanmamalıdır. Eğer taraflardan birisi zamanla oynuyorsa, çözüm için çaba harcamıyorsa, kural ihlali yapıyorsa, gizli niyeti varsa, faul yapıyorsa bekletmeden masaya konulmalıdır. Krizin taraflarından birisi sürekli kişisel saldırılar düzenliyorsa, buna prim vermeyip yumuşak hamlelerle bundan uzaklaşmak en doğrusudur.

Bu sayede konudan uzaklaşılmaz ve çözüm çabaları sulanmaz. Bir tarafın saçma veya kabul edilmesi zor taleplerde bulunması durumunda, bunları reddetmek veya geri çevirmek yerine “konsept geliştiren”, “zihin açan” çabalarmış gibi değerlendirip, söz konusu girişimlerin olanaksızlığını başkalarına söyletmek en doğrusu olur. Onun için saçma veya kabul edilmesi zor talepleri iyi niyetle ciddiye alıp, başkalarının tavsiyelerine sunma yerinde olur. İletişimde, dilersen kavga bile olsun konudan uzaklaşmamak gerekir.

Tartışmayı da çatışmayı da “kişiler arasında” değil, “fikirler veya çözüm seçenekleri arasında” yürütmek şarttır. Daima sonuç odaklı olmak lazımdır. Çatışan çıkarların uyum noktasını aramak önemlidir. Çözüm seçenekleri derlenmeli ve bu arada her birisi için ispatlar bulunmalıdır. İspatlar nesnel ölçütlere dayanmalıdır. Özetle Harvard Konsepti’nde krize çözüm için tarafların çıkarları için çözüm seçeneklerini doğru ölçütlerle aranır. 

Bunun için müzakere iklimi mutlaka korunmalıdır. Mimik, jest, göz teması, susmak, onaylamak, baş sallamak veya ikram gibi hususlar “kapıyı açabilir”. Kapının açılmasının ardından güven telkin etmek ve niyet beyan etmek doğru olabilir. Taraflara yumuşak üslupla yaklaşmak krizi önlemek ya da bitirmek için veya hedef için sert kalmaya devam etmenin en doğru yoludur.

GRIT Stratejisi

GRIT etkili bir gerilimi azaltma stratejisidir. Her sahaya adapte edilebilir. Esas olarak uluslararası krizlerde tansiyonu düşürmek için geliştirilmiş psikoloji temelli bir planlamadır.

ABD’li Charles E. Osgood bu stratejiyi 1962’de Soğuk Savaş’ın en sert olduğu dönemde geliştirdi. Adını “Gerginliği Azaltmada Yetkinlik ve Yükümlülük Girişimleri” sözünün ilk harflerinden alıyor. GRIT taraflardan birisinin kendi başına gerilimi düşürmeye başlaması ile devreye girer. Yeterli güvenlik ve diğer gereklilikler düşünülerek açık bir dille beklentiler de dile getirilerek gerilim tek taraflı düşürülür. Eğer karşı taraf bunu cevapsız bıraksa dahi uygulama sürdürülür.

İlk başta başarısız olduğu ve sonuç getirmediği izlenimi veren GRIT uzun sürede ve küçük adımlarla tarafsızların ve diğerlerinin takdirini ve ilgisini elde eder. Bu durum krizin diğer tarafı üzerinde baskı oluşturur ve o da adım atmaya yönelir. Ayrıca diğer taraf “adım atarsa avantaj kaybedeceği”, “diğer tarafın uzlaşmacı olmadığı ve çözüm istemediği” gibi düşüncelerden kurtulur. “Adım atmanın kötü sonuçlar getirebileceği” veya “karşısındakinin asla adım atamayacağı” gibi varsayımlardan uzaklaşır.

Ayrıca GRIT’i uygulayan “kararlılık, inandırıcılık, güvenilirlik” konulardan çok ciddi avantaj elde eder. Her şeyden evvel GRIT’i uygulayan taraf “güvenliği tehdit eden taraf” veya “saldırgan” gibi görülemez. Eğer şartlar kötüye gitse de GRIT’te yaptırım veya tehdit olmaz. 

Bunların yerine açık mesajlarla, ölçümlenmeye uygun ve amacını açmayan, iletişim kanallarını kapatmayan ve halen karşı tarafı olumlu adım atmaya teşvik eden tepkiler verilir.

Yukarı belirtilen yöntemler “iletişimle kriz yönetme” hakkındadır. Hem sizin hem de yazılarınızdaki karakterlerin bunları kullanması ya da denemesi yerinde olur.

Ayrıca şunlar hiç değişmez:

Her krizin kazananı olur.

Her krizin bedeli olur.

Her krizin kaybedeni olur.

Her krizin vurgulanması gereken burukluğu vardır.

Eğer elinize bir kriziniz varsa, bu hususlar da onun tamamlayıcılarıdır. Söz gelimi bir savaş romanı veya eşler arasında kavga öyküsü, hatta bir politik gerilim filmi senaryosu hazırlıyorsanız, bunlar sizin olmazsa olmazlarınızdır. Bunları okuyucuya göstermelisiniz.

Karakterler ve psikoloji…

Yazarın ilgi sahasının içinde yer alması gereken konuların başında psikoloji gelir. Kimse bir yazardan psikoloji uzmanı olmasını bekleyemez. Ama yine de yazar yazısında ele aldığı, işlediği karakterler için ve okuyucusunu da doğru anlayabilmek için, psikoloji konusunda ihtiyacı ölçüsünde bilgili olmalıdır.

Söz gelimi istifaya zorlanan ve yolsuzluk yapmış bir siyasetçiyi anlatıyorsa, onun ruh hali hakkında doğru fikir sahibi olmalıdır. Onun olası tepkilerini doğru tartabilmelidir. Şayet yazıda yer alan karakterlerden birisi kimlik değiştirerek saklanan bir kimse ise, hangi durumda nasıl davranacağı veya davranmayacağı bilinmelidir. Gerekli durumlarda mutlaka bir psikologdan destek de alınmalıdır. Ama temel kavramlar konusunda bir eksiğimizin olmaması beklenir.

Bütün olay örgüsü de bütün yazı da her şey karakterler üzerinden yürür. Karakterler farklı yaşlarda, farklı mesleklerde olabilir. Her birinin birbirinden çok başka özellikleri de olabilir. Ama en önemlisi her karakterin birçok özelliğinin yanı sıra “psikolojik çerçevesi” olduğu gerçeğidir. Çünkü karakterin yaşı, cinsiyeti, eğitimi ve mesleği belki kendisini gösterir, ama onun psikolojisi bütün çalışmanıza ruh katar.

Benim anlayışıma göre, zayıf bir olayı ya da yazı çalışmasını kaliteli hazırlanmış karakterlerle kurtarabilirsiniz. Ama karakterleriniz yetersiz ise, her şey biter. Karakterlerin kişiliği ve her şeyi ise psikolojik yapısına dayanır.

Bir yazar çalışmalarında hangi konuda yoğunlaşıyorsa, o konunun uzmanlarına danışır ve ondan destek alır. Ama o konunun temel bilgilerine de sahip olmak zorundadır. Ama her durumda yazarın bilgi konusunda ayağını en sağlam basması gereken konu iki tanedir; Psikoloji ve sosyal antropoloji.

Çağımızda her toplumda sık görülen birtakım rahatsızlıklar vardır. Her ne yazarsanız yazın, bu rahatsızlıklarla “sıfır temas” mümkün değildir. Yazı çalışmanızda psikolojik çözümlemeler, ruhsal çöküşler ve saireler yer almayabilir. Ama büyük olasılıkla insanlar yer alacaktır…

En yaygın olanlar şöyledir;

“Paranoya, anksiyete bozukluğu (kaygı), bipolar bozukluk, depresyon, tükenmişlik sendromu,

borderline kişilik bozukluğu, obsesif kompülsif bozukluk ve anoreksiya nevroza, şizofreni, travma sonrası stres bozukluğu”.

Paranoya düzenli ve sürekli sabuklamaların, bencillik, güvensizlik, kuşku ve bilinçsiz suçluluk duygularının yoğun olduğu bir ruh hastalığıdır. Diğer ruhsal rahatsızlıklara sahip olan hastalardan daha farklı bir tablo sergilerler. Genelde savunmacı kişilikte insanlar oldukları için dışarıdan birinin, bu kişilerinin bir ruhsal rahatsızlığı olduğunun farkına varmaları ancak çok detaylı muayene ile mümkün olur.  Genelde paranoid kişilik bozukluğuna sahip olan kişiler farklı sebeplerle bir şüphe geliştirirler ve dışarıya bu şüphelerinin anlattıklarında bu şüphelerini belirli bir mantık çerçevesinde anlatabilme kabiliyetine sahiptirler.

Anksiyete (kaygı) bozukluğu yaşayan insan sürekli kaygılı tedirgin ve tetiktedir. Sıklıkla çarpıntı yaşar. İleri boyutta sahte kalp krizi bile geçirebilir. Boğulmaktan korkar. Sürekli kötü bir şeyler olacağını düşünür. Korkuları vardır, ama bu kaygıların ve korkuların gerçek bir temeli yoktur. Peş peşe fobiler edinebilir Ayrıca panik ataklar da olabilir. Kadınlarda erkeklere göre iki kat fazla görülür.

Bipolar bozukluk denilen sorunda insan ya çok mutlu ve coşkuludur ya da çok mutsuz ve yıkılmış haldedir. Manik ve depresif evreler peş peşe birbirini kovalar. Kişiliğiyle denge kurmakta zorluk yaşar. Anksiyete bozukluğu gibi bipolar bozuklukta da çoğu zaman teşhiste geç kalınır. Her ikisi için de ilaç tedavisi gereklidir.

Depresyon bu çağın vebasıdır. Kişi kederli, hüzünlü, isteksiz, donuktur. Çevresine karşı ilgisizdir. Sakindir. Uyku sorunu baş gösterir. Konsantrasyon ve yoğunlaşma sıkıntılıdır. Kiminde iştahsızlık kiminde de abartılı iştah söz konusu olur. İntihar düşüncesi mutlaka vardır. Depresyon da kadınlarda erkeklere göre iki kat fazla görülür.

Tükenmişlik sendromu, birçok sorunun birleşmesiyle gelişir. Yoğun stres, buna bağlı zihinsel yorgunluk, devamında uykusuzluk ve kaygı hali, bilhassa gelecek kaygısı bir araya geldiğinde kişi için tükenmişlik hissi gelişir. Kişi hayata küser, her türlü iyiye ve olumluya gidecek süreci kategorik olarak ret eder.

Borderline kişilik bozukluğu yaşayan kişilerin hem özel hem de sosyal hayatında ciddi biçimde yalnız kalma korkusu egemendir. Kendi bedenine yabancılaşır. Çocukluğunda ileri derecede ihmal edilenlerde veya cinsel istismar yaşayanlarda daha çok ortaya çıkar. Kendisine fiziksel zarar verenlerde yoğun olarak görülür. Borderline kişilik bozukluğuna sahip kişilerde uyuşturucu kullanımı sık olarak görülür. Zekâ seviyesinde düşüklük veya muhakemede yavaşlık söz konusu olabilir. Genelde tepkileri 12 yaş civarında haşarı bir çocuk gibidir. Kişisel bakımına ve giyimine özen gösterir. Ancak ahlak ve para konularında zaafı vardır. Nedensiz de yalan söyleyebilir.

Obsesif-kompulsif bozukluk sahibi kişilerde zihinde belli düşünceler, fikirler, imajlar sürekli tekrar eder. Kapıyı, pencereyi, ocağı, musluğu, cüzdanı, parayı, her şeyi gün boyunca sürekli kontrol ederler. Akıllarına takılan bir konuyu, içinde gelen bir isteği durmadan yinelerler. Kaldırım taşlarını, ağaçlardaki yaprakları sayanlar obsesif-kompulsif bozukluk sahibi kişilerdir. Temizlik gibi takıntılar da genelde bu bağlamda gelişir.

Anoreksiya nevroza ismen çok bilinmese de yeterince yemek yemeyen ve sürekli kilo vermeye çalışan kişilerde, aşırı kilo kaybıyla yaşanan sorundur. Kendisini sürekli çok kilolu zanneden, biraz yemek yediğinde suçluluk duygusuna kapılan, ömrünü diyetle ve koşu bandında terlemekle geçirenler için daha büyük risktir. Sürekli kilolarını kontrol ederler ve kalori hesabı yaparlar. Aşırı kilo kaybı ruhsal sağlığı bozar.

Şizofreni çok önemli bir konudur. Kişi değişik zamanlarda değişik davranışlar gösterebilir. Kişinin gerçeğe dayanmayan, gerçeğe dayalı bilgilerle izah edilse bile kişinin vazgeçmeyi kabul etmediği garip inanışları ve davranışları vardır. Başkalarının onunla konuştuğunu, onu dinlediğini, ona bir şeyler söylediğini savunabilir. Kendisini başka birisi zannedebilir. Şizofrenide halüsinasyonlar da vardır. Kişi gerçekte olmayan şeyler görür. Sesler duyar. Kokular alır.

Kişi gerçek dilde yer almayan sözcükler kullanabilir. Hatta bunu uzun cümleler halinde yapabilir. Hızlı düşünür. Bir düşünceden diğerine geçer. Fiziksel olarak ağırkanlıdır. Enerjisi düşüktür. Motivasyonu çok azdır. Yaşamdan zevk almaz. Temizlik konusunda sorun yaşar. Genelde karar vermez, veremez. Sürekli ve anlamsız notlar alabilir, yazabilir. Sürekli bir şeyleri unutur ve kaybeder. Kendisini robotik biçimde tekrarlayan hareketler yapabilir. Duyduklarından ve gördüklerinden gerçek ve mantık dışı anlamlar çıkarır.

Duygular ve durumlar arasında uyumsuzluk vardır. Acı bir gelişmeye gülebilir, komik bir filmde ağlayabilir. Herkesten uzaklaşma eğilimindedir. Bazı durumlarda kişi aniden çok uzun süre hareketsiz kalabilir.

Travma sonrası stres bozukluğu ise bir travmatik olaydan sonra bazı insanlarda oluşur ve bazılarından oluşmaz. Fakat, travma ne kadar ciddi, uzun süren ve tehlikeli olursa, kişinin bu sendromu yaşama ihtimali artıyor. Özellikle, başka insanlar tarafından yapılan travmalar olasılığı artırıyor.

Travmatik bir olay yaşandığında zamanla yas dönemi geçer, acı azalır ve hayat normal halinde devam eder. Ama bazı kişiler travmatik olaydan sonra aylar, hatta yıllar geçse bile iyileşmeyebilir. Bu tür kişiler travmadan dolayı aşırı stres veya kaygı yaşamaya devam eder.

Bu kişiler için adeta zaman donar. Travmayı hem kabuslarda tekrar ve tekrar yaşarlar hem de travma sıklıkla zihninde canlanır. Bir türlü rahatlayamaz, gevşeyemez, uyuyamaz ve bir konuya yoğunlaşamaz. Kişi anılarından kurtulamaz. Sürekli o travmadan söz eder.

Neredeyse her hatırladığında ve anlattığında çarpıntı duyar, terler.

Kişi travmayı çağrıştıran her şeyden ve herkesten kaçınır. Aktivitelerden uzak durur. En ufak ani seslere bile irkilerek karşılık verir. Ani öfkelenmeler yaşar.

Bunların dışında görece daha nadir görülen, ama dikkat çekici özellikleri bulunan rahatsızlıklar da vardır. Gündelik yaşamı ciddi derece etkilemeyen ve zamanla kendiliğinden geçen hastalıklardır. Ama uzun süreli devam ederse kişinin gündelik yaşamını engelleyen ve iyileşme süreci giderek zorlaşan rahatsızlıklardır.

En başka “Alice Harikalar Diyarında Sendromu” geliyor. Kişinin algıları bozulmuştur. Kişinin zamana ilişkin algısı yoktur. Mekân algısı da aynı şekilde hasarlıdır ve vücut algısını da kaybetmiştir. Kişinin zaman, mekân ve beden muhakemesi bitmiştir.

Hayalet Bacak Sendromu adındaki rahatsızlıkta ise, kişi bir organını -örneğin bacağını- kaybetmiştir. Ama onun halen olduğunu hisseder. Hayalet Bacak Sendromu’nun tam tersi de vardır. Onun da adı, “Vücut Bütünlüğüne İlişkin Kimlik Bozukluğu”. Kişi vücutlarındaki bir organdan ciddi derece rahatsızlık duyar ve onu ret eder. Kişi bu organını kendisi kesebilir veya ameliyatla aldırabilir.

Hastalık Hastalığı Sendromu’nu hepimiz biliriz.  Münchhausen Sendromu diye de bilinir.

Kişinin samimiyetle veya çevresindekilerin ilgisini çekmek, sempati kazanmak amacıyla ruhsal ya da bedensel olarak ciddi bir hastalığı varmış gibi davranmasıdır. Ayrıca evham ve vesvese de söz konusu olabilir.

Mitomani adlı rahatsızlıkta kişi durmadan ve bir nedeni olmadan yalan söyler. Bazen yalan söylediğinin farkındadır, ama engel olamaz. Bazen söylediği yalana kendisi de inanır. Esas olarak dikkat çekmek, sevilmek ve saygı görmek için yapılabilir. Kişi çoğu zaman söylediğinin yalan mı, gerçek mi olduğunu kendisi de ayırt edemez.

Dilde aksan bozulması çok nadir görülen bir sendromdur. Kişinin aldığı ani bir hasarın devamında muhtemelen hiç kullanmadığı veya hiç bilmediği bir aksanda konuşmaya başlar.

Capgras Sendromu çok farklıdır. Kişi etrafındaki insanların gerçek olmadığına ve başkalarının onların yerine geçtiğine inanmıştır

Othello Sendromu aşırı kıskançlık konusundadır. Kişi sürekli aldatıldığını ve eşinin hiçbir şekilde ona sadık olmadığını düşünür. Bu kişilerde saldırganlık da görülür.

Yürüyen Ceset Sendromu giderek daha çok görülmeye başlandı. Kişi kendisini ölü sanır. Hatta etlerinin çürüdüğünü hisseder. Yaşamsal organlarının faal olmadığını veya kanı olmadığını düşünür. Kendisine, herkese ve her şeye karşı yabancılaşma yaşar. Bu halinin sonsuza kadar süreceğine inanır.

Erotomani aslında çok bilinen bir ruhsal bozukluktur. Etrafındakilerin çoğunun kendine âşık olduğuna inanır. Hatta pek çok kişi onu deli gibi sevmektedir. Hatta sayısız miktardaki tutkulu aşıklarından sıkılır.

Çoklu kişilik bozukluğu, kişinin kimliğinin iki veya daha fazla kişiliğe bölünmesini ifade eder. Çoklu kişilik bozukluğu yaşayan kişiler genelde istismara uğramış kişilerdir

Ayrıca;

Paris sendromu Bir şehre gelmeden önce şehirle ilgili büyük beklentileri olan kişinin, şehrin gerçek yüzüyle karşılaşınca depresyona girmesidir.

Kudüs sendromu kişinin Kudüs’ü ziyaret ettikten sonra kendisinin büyük bir dini lider olduğuna inanmasıdır.

Nomofobi kişinin sürekli biçimde cep telefonunu kaybetmekten korkmasıdır.

İnternet bağımlılığını da günümüzde bir akıl hastalığı olarak değerlendirilmesi tartışılıyor.

Birtakım detaylar sizin için önemlidir. Örneğin Anksiyete (Kaygı) Bozukluğu yaşayan insan korktuğunda vücudu daha fazla adrenalin salgılar. Yani daha büyük hareketlilik ve heyecan söz konusu olur. Bipolar Bozukluk yaşayanlar da depresif ve manik dönemler vardır. Her ikisi de şiddetli olur ve geçişler serttir. Bunlar gibi detaylara hâkim olursanız, elinizdeki karakterleri “daha iyi donatır” ve bu sayede, çok iyi çalışmalar yapabilirsiniz.

Bir de “kurban psikolojisi” vardır. Kişi kendisini her şeyin kurbanı gibi görür. Ona göre yaşanan her olayda o mağdur olmuştur. Çok şanssızdır. Her talihsizlik onun başına gelir. Onun mağduriyetleri hiç bitmez. Hayatı harcanmıştır. Değeri anlaşılmamıştır. Her defasında son anda çıkan bir engel onun başarılı olmasını önlemiştir. Şanssızlıkları da bitmez, her çıkan kanun, her alınan karar ve olan her şeyden zarar etmesi de bitmez.

Kaygıları gidermek-kaygıları beslemek…

Görüldüğü gibi, aslında yazarın başlıca işlevleri arasında, ortaya koyduğu çalışmada karakterler arasında ve okuyucu ile karakterler ve olaylar arasında gelişen kaygıları yönetmek de var.

Karakterler arasında çıkar çatışması vardır. Karakterler arasında uyum yoktur. Karakterler çatışma yaşar. Bu durum karakterlerde çeşitli derecelerde kaygıya yol açar. Karakterlerin tutumu, duruşu ve görüşü birbirinden farklıdır. Her karakterin onu var eden hikâyesi de diğerlerinin hikâyesinden başkadır. Onlardan ayrı olarak, okuyucunun da karakterler ve onların içinde yer aldığı olaylar ile ilgili -tek tek ve toplu- kaygıları vardır.

Okuyucu da kendi hikâyesine göre, sahip olduğu duruş ve görüşle gelişmeleri izler, okur ve gidişata göre kaygı besler. O nedenle yazar olabildiğince “kaygı” kavramını dikkate almak zorundadır. Sayfalara döktüğünüz veya sahneye koyduğunuz eserinizde üzüntü, sıkıntı, korku, şaşkınlık, belirsizlik, başarısızlık, acizlik ve yargılama olabilir.

Kaygının en önemli özelliği şudur; Korkunun kaynağı bellidir. Ama kaygının kaynağı belli değildir. Korku kesindir. Ama kaygı kesin değildir. Korku şiddetli ve kısa sürelidir. Kaygının şiddeti düşük, ama süresi uzundur.

Kaygı genellikle şu durumlarda ortaya çıkar; Alışılan desteklerin sonlanması, çevrenin değiştirilmesi, olumsuz sonuç alma olasılığının varlığı, fikir ve uygulama arasında uyumsuzluk olması, inanılan, güvenilen bir bilginin veya olgunun yanlış çıkması, her türlü tutarsızlık ve her türlü belirsizlik…

Kaygının nedenleri kadar, belirtileri de önemlidir. Eğer bir yerde kaygı varsa, aşağıdaki tepkilerden en azından bir bölümünün gözlemlenebilmesi gerekir;

Nefes alıp vermede düzensizlik, kesik kesik nefes alma, nefes darlığı, kalp çarpıntısı, gerginlik, sürekli yorgunluk, sürekli baş ağrısı, mide ağrısı, bel ağrısı, aşırı tepkide bulunma, aniden sinirlenme, titreme, terleme, el ve ayak parmaklarının soğukluğu, boyun kaslarının gergin olması, ishal ve kabızlık…

İnsanlar arası ilişkilerin ABECE’si…

Yazar, karakter tasarımları üzerinde çalışırken, onların ruhsal yapısını da hazırlamak zorundadır. Karakterlerin ruhlarını yaratırken, temel birtakım “teknik” bilgilere de göz atmak gerekir. Lazım olan hallerde bundan fazlası da kullanılır. Ama en azından karakterin yapısı, diğer karakterlerle ilişkileri, olaylarla ve olgularla irtibatı biçimlendirilirken, bu çalışmaya gereken özen gösterilmelidir.

Hepimizin bildiği gibi öykü, roman, oyun ya da senaryo, hepsinde çeşitli gerilim ve çatışma süreçlerini yönetmek zorundayız. Burada da öne çıkan gerçek, karakterler arası ilişkilerdir.

İnsanların temel iki amacı olduğunu varsayabiliriz; Birincisi mutlu olmak, ikincisi -ki aslında birincisinin koşuludur- kaygıdan uzak olmak.

İnsanlar bu tercihleri nedeniyle, bu amaca uygun hareket etmek için, iki ayrı davranış biçimi gösterirler;

Birinci ve en yaygın olan hareket tarzı şudur;

“İnsanlara yaklaşırlar, onlarla daha yakın olmaya çalışırlar”

Bu tercihe sahip insan kendisine ait olmaya çalıştığı toplulukta bir “pozisyon” arar. Bu arada onların onayını kazanabilmek için onlarla duygudaş olmaya çabalar. Sempati gösterir, hemhal olmaya gayret eder. Onlarla empati kurar.

Aynı kapsamda kişi yakınlaşmak istediği insanın veya topluluğun otoritesini -yaptırımları ile beraber- kabullenir. Onların hiyerarşisine dahil olur. Onların yönetimine girer. Çembere dahil olan kişi kendisini çember dışındakilerden farklılaştırmaya başlar. Böylece saygının ve sevginin rüşvet olarak dağıtıldığı bir çark dönmeye başlar. Esasen arayış sevgi veya onay değil, güvenliktir.

Diğer hareket tarzı ise kendisini şöyle gösterir;

 “İnsanlardan uzaklaşırlar, onlarla yakın ilişkide olmaktan kaçınırlar”

Kişi kendisini diğer insanlardan ve onların topluluklarından soyutlar. Onların otoritesini, kurallarını ve yatırımlarını ret eder. Kendisini onların diğer kutbu olarak değerlendirir. Düş kırıklıklarına ve gereksinmelerine karşı tek başına tedbir almaya çalışır. Kendi duygu durumlarını baskı altına alırlar. Zihnindeki denklemlerde diğerleri yok sayar. Söz konusu kişilerle ve topluluklarla ilişkilerini dondururlar, onlarla duygusal temasa izin vermezler. Duygusal yalıtım nedeniyle duygusal olayları nesnel bir biçimde açıklayarak kaygıyla yüzleşmekten kaçınırlar.

Psikolojik Savunma Mekanizmaları

Ama yine de şunları bilmek şarttır. Öyküler, romanlar ve sairlerinde ele alınan hikâyelerde, gerilimler ve çatışmalar yer alır. Belki her yazıda bir şizofren bulunmaz, ama gerilimin ve çatışmanın olduğu yerde mutlaka “kaygı” vardır.

İnsanlar kaygılanır. Kaygı çağımızın en büyük rahatsızlığıdır. Endişe, kuruntu, yersiz telaş, sebepsiz korku, giderek yaygınlaşan bir rahatsızlıktır. Zaten günümüzde gelecek kaygısı, sağlık kaygısı ve bunlara bağlı güvensizlik ve tatminsizlik en üst seviyededir.

Dolayısıyla “kaygı” sizin için yazı çalışmalarınızda göz ardı edemeyeceğiniz bir unsurdur. Yazınız siyasi gerilim türünde de olsa, komedi de olsa, bu gerçekler değişmez. Şunu daima göz önünde tutmak gerekir; Her bir bireyin hayatı, süreç boyunca önüne çıkan seçenekler arasında tercih yapma zorunluluğu ile geçer. Hayat boyunca dürtüler ve güdüler insanı tercih yapmaya zorlar. Burada yaşanan bir “çatışma” vardır. Bu çatışmalar başka gerilimleri ve çatışmaları da tetikleyebilir.

Fizyolojik yan da ruhsal dengenin değişmesi, kaynağı iç dünyamızda olan bir gerilime iter. İnsan bu gerilime göre tepkiler üretir.

Hemen her insan hayatı boyunca bu tercihlerde zorlanır, mutluluk ve tatmin arayışında zorlanır. Yaşadığı “engellenmeler” ve buna yönelik “çatışmalar” yüzünden “kaygı” yaşar. Her insan bu kaygı halini ve tatminsiz kalma riski veya gerçeği ile baş edebilmek için bilinçli veya bilinçsiz biçimde savunma mekanizmalarına başvurur.

İnsan savunma mekanizmasına başvurduğunda “pasiftir”, ayrıca “kendisini aldatır”, dahası “karşısındakini de aldatmaya çalışır”. Yazı çalışmalarınızda yer alacak her türlü karakter kaygı taşıyabilir ve savunma mekanizmalarına başvurabilir. Çok büyük ve çok iddialı psikiyatrik çözümlemelere gerek yok. Ama temel seviyede savunma mekanizmaları her zaman aklımızda olmalı ve karakter tasarımlarımızda yer almalıdır.

Bastırma…

Eğer kişi rahatsız olduğu düşünceden kaçamıyorsa onu bastırmaya çalışır. Bastırmak, kişinin bilincinin kabul edemediği bir gerçeği veya isteği bilinçaltına hapsetmesidir. Bastırılan arzular, korkular…vs. fırsatını bulduğu anda bilince çıkabilir. Ayrıca bu bastırmalar birtakım kompleksler de üretebilir. Kişilerin bastırdıkları çoğunlukla yaşadığı toplumun değerleriyle uyumsuzdur. Çoğunlukla kınanma ve dışlanma korkusu ile beraberdir. Bastırma ile beraber durgunluk ve dalgınlık da gözlemlenebilir. Bastırmanın devamında sapma da gelebilir.

Yadsıma…

Günlük dildeki karşılığı inkâr etmektir. Kişi baş edemeyeceği sorunu, tehlikeyi yok sayar. Onun varlığını inkâr eder. Hatta açıkça o sorunun, tehdidin olmadığını bile savunur. Yadsıma eğilimi her insanda ve her yaşta görülebilir. Yadsıma kişiyi gerçeklerden koparacak derecede etkili de olabilir.

Yadsıma bir süre sonra bütün sorunlardan kaçış halini de alabilir. Kişi her kaygı duyduğunda, hemen ardından o kaygının kaynağının gerçekte olmadığı ve kaygının gerçekleşmediği gibi iddialarla ortaya çıkabilir.

Kişi bazen içinde olduğu durumun kötülüğünü, başına gelen bir felaketin azametini, aşamayacağı bir engelin yüksekliğini fark ettiğinde yadsıma yoluna gitmeyi tercih eder. Eğer bir kişi yadsımayı tercih etmişse, ondaki kaygının “ruhsal çöküş” haline geldiği anlaşılabilir.

Yadsımanın içinde inkârın yanı sıra yalanlama da vardır. Kişi davranışlarını, sözlerini yalanlayabilir. Birtakım gün gibi ortada olan gerçeklerin olmadığını savunarak, kendi duygu durumunu dengelemeye çalışır.

Akıllaştırma…

Eğer kişi isteklerini, hedeflerini yetersizliklerinden dolayı gerçekleştiremezse, mazeret aramaya başlar. Genelde yadsıma ile beraber kullanılan akıllaştırmada çaba, yaşanan durumun “makul” olduğunu savunmaktır.

Kendisini haklı ve olan her şeye rağmen başarılı gösterecek unsurlar arar ve bulur. Başarının sağlanamamasının, zaferin elde edilememesinin etkisini azaltmak için, o başarının ve zaferin önemi azaltılmaya çalışılır.

Başarısızlık ve yenilgi sebebiyle elde edilemeyen sonucu ikame edecek yeni hedef ve yeni tercihler imal edilir. Hatta başarısızlık için “haklı ve doğru gerekçeler” dahi imal edilir. Bu şekilde “mazur” görülmek istenir. Bu durumun perde arkasında genellikle büyük bir korku ve suçluluk duygusu yer alır.

Şakaya vurmak

Kişi bazen içerisinde bulunduğu durumun çok ciddi olduğunu fark eder ve adeta bir kapana kısılmıştır. Verecek cevabı, savunacak argümanı, itiraz edecek noktası yoktur. Çok büyük olasılıkla da haksızdır.

Eğer kişi kıstırılmışlık hissediyorsa durumu şakaya vurur. Eğer kişi yetersizliği ve beceriksizliği nedeniyle ciddiye alınmıyorsa veya ciddiye alınmayacağını düşünüyorsa, durumu şakaya vurur.

Yerine koyma…

Farz edelim kişinin bir hedefi var. Ama o hedefe ulaşamıyor. Belki engellemeler var, belki de o kişi yeterince çabalamıyor, her durumda kişi engellemenin kaynağına (kendisine ve başkasına) değil, baş edebileceği daha kolay ve daha küçük bir kaynağa suçlama yöneltir.

Kişi baskı altına alındığında, yaşadığı gerilimde, içinde yer aldığı çatışmada karşılık veremezse, öfkesini ve tepkisini kendisinden zayıf bir başkasına yönlendirir.

Yansıtma…

Kişi kendi kabahatini, başarısızlığını, yetersizliğini, beceriksizliğini başkasına bağlar.  Her ne olduysa onun suçu yoktur. Başkasının kabahatidir. Suçlu bazen ailedir veya toplumdur. Devlettir, sistemdir, küresel düzendir. İç düşmandır, dış düşmandır. O ise masumdur, günahsızdır, kurbandır. Zaten herkes ona karşıdır. Bu kişiler risk almaktan çekinebilirler. Karar almakta zorluk yaşayabilirler. Sürekli kararsızlık yaşayabilirler.

Yansıtmanın bir diğer şekli ise, kişinin yaptığı yanlış bir işi, bir başkasının hatasına veya kabahatine bağlamasıdır. Bu durumlarda genellikle diğeri kişiye atfedilen kabahat ya da hata gerçek değildir.

Söz konusu mekanizmayı tercih edenler, genelde yaptıkları işi akıllaştırma ile çözüme kavuşturamayan ve bu nedenle yansıtma ile meşruluk arayışına yönelenlerdir. Özgüvensizliğin dış dünyaya bağlanması ise doğrudan alınganlıktır.

Özdeşleşme…

Kişi yaşadığı olumsuzlukların üstüne, aynı veya başka mecrada başarı kazanan bir kişi veya topluluğu kendisine yakın hissetmeye karar verir. Onları sahiplenir. Sanki hepsi birbirinden haberdardır ve hep bir aradadır. Rol model seçimi de büyük ölçüde bu hususla ilişkilidir.

Özdeşleşmede ölçü kaçarsa, kişi adeta bir karakterden diğerine geçerek yaşamaya başlar. Sürekli biçimde taklitçi olur. Zamanla rol model olana fiziksel ve zihinsel olarak benzeme çabası çığırından çıkabilir. Güçlüden yana olma, güce tapınma, asla sorgulamama kaçınılmazdır.

Esasen özdeşleşme yapan kişi kendisini daha değerli hissetmek ve göstermek arayışındadır. Bu arada da daha sakin ve tutarlı, güvenli bir hayat yaşamaya çalışır. Yine de olan durum, kimlik bunalımıdır. Kişilik bozukluğu ve gerçeklerden kopma riski her zaman vardır.

İçselleştirme…

Kişi bir başkasının veya topluluğun özelliklerini benimser ve kendi özellikleri olarak kabul eder. Onların ideallerini benimser. Özdeşleşmede kişi kendisine uygun gördüklerini sahiplenirken, içselleştirmede herhangi bir kriter yoktur. Kişi onun tam tersi değerleri de sahiplenebilir. Bazen hem özdeşleşme hem de içselleştirme, “aykırı ve farklı olduğu gerçeğinin üzerini örtmek için” de olabilir.

Yap-Boz

Kişinin yaşadığı ve onu kuşatan, çevreleyen şartlar, anne ve babasının, ayrıca toplumun değerleri, kişiye kendisini değersiz ve suçlu hissettirebilir. Bu şartlarda kişi kendisini sürekli suçlar, yargılar ve cezalandırır. Hatasını telafi etme gayreti bir süre sonra çok sorunlu bir hale dönüşebilir.

Sürekli özür dilemek, devamlı olarak bağışlanma çabası, genelde pişmanlık hali, sadaka ve tövbe buna işaret eder. Hristiyan kültüründeki günah çıkartma aynı istikamettedir. Amaç iç çatışmayı durdurmak ve içindeki sesi susturmaktır. Kişi bu suretle katı bir vicdanla yaşar ve yaşam alanını çok daraltır. Hata yapma korkusu, suç işleme kaygısı kişiyi her şeyden alıkoyar.

Dengeleme

Şayet kişi her ne sebeple olursa olsun, amacına ulaşamazsa, düş kırıklığını hafifletmek için onun yerine başkasını koyar. Tatminsizliğinin veya engellenmesinin ona getirdiği üzüntüyü böyle yenmeyi dener. Burada işin içine daima abartma girer. Aşağılık duygusu da etkili olur.

Gerçek ve hayalin sıklıkla birbirine karıştığı böyle durumlarda, kaygı başkalarının ne düşündüğüdür. Başkalarından gelmesi olası kınama ya da beğeni belirleyici olabilir. Burada söz konusu olan bahane arayışı değildir. Dengeleme bilinçli davranışlarla kullanıldığında doğru ve yararlı sonuçlar verebilir. Fakat yine de bir risk vardır. Yaşanan engellenme veya yetersizlik, kişiyi olumsuz anlamda dengelemeye de sevk edebilir. Bazen alkol ve uyuşturucu sorunu, aşırı yemek, aşırı çalışmak veya zorbalık, sürekli geçmişi anlatmak, söz konusu olabilir. Bazı durumlarda başkasının da tatminsiz kalması için çaba harcamak, hatta engellemek de gündeme gelebilir.

Başkalarının saygısını kazanma çabası nevrotik bir hal alabilir. Güç ve para kazanma hırsı öne çıkabilir. Çaresiz kalma ve muhtaç olma kaygısı tetiklenir. İstekleri karşılanmadığında hırçınlık başlar. Gösterişli görünmeye ve gösterişli yaşamaya çalışır.

Yüceltme

Her kişinin gayet doğal birtakım istekleri vardır. Olağandır. Ama bazı kimseler bunları kişisellikten çıkarıp, topluma veya ait olduğu topluluğa mal eder. Bazı durumlarda, olumsuz içerikli bir isteğin böylelikle olumlu hale getirilmeye çalışıldığı da görülür. Kişi sahip olduğu saldırganlık dürtüsünü veya şiddet eğilimini, bunu ait olduğu bölgenin veya kesimin gereksinimi gibi sunar.

Karşıt tepki vermek

Karşıt tepkinin verilmesi değil de onun verilme nedeni belirleyicidir. Kişi bir konuda bir görüşü vardır. Ama çevresel şartlar ve birtakım kaygılar nedeniyle tam tersi yönde konuşur veya davranır. Kişi çoğunluk olanlarla aynı yönde görüş beyan edebilir. Otoritesini kabul ettiği kişi ile aynı yönde davranışlar gösterebilir. Çoğunluğun ve güçlü olanların yanında yer almak ister. O nedenle onların onaylayacağı biçimde, tam ters istikamette davranır. Çok mutsuz olduğu halde, aşırı derecede eğleniyormuş gibi yapabilir.

Bazen aşırı duygu gösteren veya ruh halini gereğinden çok fazla vurgulayan kimselerde söz konusu olur. Böyle kimseler genellikle yeniliklere ve değişikliklere karşıdırlar. Çevrelerini de bir şekilde baskı altına almaya çalışırlar. Kişi bir süre sonra “olduğu hal” ve “göründüğü hal” arasında bölünme ve çatışma yaşayabilir.

Hayalcilik

Kişi istekleri gerçekleşmediğinde, onun gerçekleşeceğinin veya gerçekleştiğinin hayalini kurar. O sayede duygusal doygunluk yaşar. Hayalciliğin bir faydası vardır, kişiyi kendi içinde dengede tutar. Ama hayalciliğin yoğun kullanılması, kişinin hayal ile gerçek dünyanın arasında sıkışmasına, onun gerçeklerle ilişkisini kesmesine neden olabilir. Günlük yaşama uyumda zorluklar görülebilir. Devamında aşırı övünme ve saçma yalanlar başlayabilir.

Sembolleştirme

Duygu ve düşüncenin doğrudan değil de onu kinayeyle belirterek dışa vurma yöntemidir. Şansın, uğurun, lanetin, bereketin, günahın, sevabın, başarının çeşitli eşyalarla veya davranışlarla kodlanmasıdır. Bilinçaltında günahkarlık ve suçluluk duygusu olanların sürekli el yıkaması ve temizlik yapmasına bunun klasik bir örneğidir.

Gerileme

Kişi karşılaştığı gerçekleri göğüsleyemediğinde çocukluğuna veya gençliğine sığınır. Yaşanan kaçma çabası, gerilimden kurtulmayı hedefler. Bu durum yeni saplantılar üretebilir. Tatminsizliği artırabilir. Gerçeklerle uyumu daha da zor hale gelebilir. Burada söz konusu olan anlık veya kısa süreli biçimde, geçmişteki güzel zamanları hatırlamak değil, o dönemde takılıp kalmaktır. Kişi böylece kendisine gerçekten temel alan, ama artık geçerli olan yeni bir dünya kurar. Bu kurmaca dünyada yaşamaya çalışır.

Saplanma

Kişi olağan gelişimini sürdürürken, belli bir noktada veya belirli bir alanda durur. Diğer bütün sahalarda gelişimini sürdürse de o noktada veya alanda asla ilerleyemez. Bir bakıma çamura saplanıp patinaj yapan, ama kurtulamayan araba gibidir. Yasaklama, baskı, başarısızlık korkusu veya travmatik bir deneyim söz konusu olabilir.

Amigdala konusu…

Kişinin aniden kontrolü kaybetmesi ve öfkeye kapılmasına ilişkin bir kavramdır. Daha sonra pişman olunacak şeyler söylenir. Beyni kontrol eden bir duygu kişiyi esir alır. Bu duruma “amigdala alıkonması” denilir.  En kısa tanımla kontrol edilemez duygusal tepkileri açıklamak için kullanılan bir terimdir. Aniden, mantığı kaybetmenin altında yatan sebep, anlık gelen duyguların “kontrol edilememesi halidir”.

Yoğun olumsuz duygular yaşanır. Birey bunların içinde kaybolur. Başka bir şey yapmaya çalışırsa da başaramaz. Ardından bir tetikleyici olay yaşanır. Devamında o olaya, yani uyarıcılara karşı “ani ve orantısız” duygusal tepki, gösterilir. Kişi uyarıcıyı duygusal dengesini bozan bir tehdit olarak görmüştür. Beynin bizi daha mantıklı ve daha insan yapan kısmı devre dışı kalmıştır.

İkna meselesi…

Yazınızda yer alan karakterler arasında görülen gerilim ve çatışmaların sonlanması veya yönetilmesinde, genelde işin püf noktası “ikna” meselesidir. Güzel işlenen bir gerilimde, şık tasarlanan bir serim ve düğümden sonra, bir karakterin diğerinin dediğine “şak diye” ikna olması, genelde kötü durur. Hatta finalde sorunun birden ikna yoluyla tatlıya bağlanması, balonu söndürür.

Bu sorunları yaşamamak için, bir karakterin diğerine ikna etmesinin mantıklı ve inandırıcı olması gerekir. Çünkü işin içinde yazarın güvenirliği vardır. Madem ki, karakterler arasında gerilim ve çatışma var, o halde karşılıklı başarılı ve başarısız ikna çabalarının da olması icap eder.

Bunun da belirli yöntemleri var. Örneğin ikna için “karşılık yaratmak” diye bir teknik vardır. Birisine iyilik yaptığınızda, o kendisini size borçlanmış hisseder ve bu borcun altında kalmamaya çalışır.

Elbette en güçlü ikna edici şey “otoritedir”. Çünkü çoğu zaman “söylenen” değil, “söyleyen” önemlidir, belirleyicidir. Saygı kazanmış ve gücünü ispatlamış otoritenin uzman görüşü genelde herkesi ikna eder. O nedenle birisi bize bir konuyu sorduğunda, ispat olarak o konunun otoritesini kaynak gösterdiğimizde kabul görür.

Çoğu insan kendisinin “ikna eşiği” olarak, “tutarlılık” ölçütünü gözetir. Eğer anlatılanlar, iddia edilenler, ispatlıysa ve iç tutarlılığı varsa, genelde bu durum yeterlidir. Eğer tutarlılık biterse, güven sona erer. Çelişkinin başlaması, ikna olasılığını azaltır.

Her ne kadar “otoritenin” sözü ikna için çoğu zaman yeterli olsa da bunun istisnası vardır. Genelde insanlar bir ikna sorunu yaşadıklarında eğer “otorite olan kimse” ile “sevdikleri kimse” arasında tercih yapmaya zorlanırlarsa, çoğu zaman tercihi “sevdikleri kimse” lehine kullanırlar. Bunun nedeni empatidir. Kişiler sevdikleri kişilerle empati kurarlar. Dolayısıyla olanların görüş ve duyuşları ile kendilerini bütünleşik algılayabilirler.

Bununla beraber, insanlar kendilerine benzettikleri kimselere de daha kolay ikna olurlar. İnsanlar kendilerine iyi davranan, onları öven ve onları destekler biçimde konuşan kişilere de daha kolay ikna olur.

Ayrıca paydaşlık da ikna olmak için doğru bir referans olarak görülür; Doğum yeri, memleket, din, mezhep, millet, tutulan takım ve saire.

Bundan başka, bir kimse kendisini ikna etmeye çalışan kişiye kesin bir ret cevabı verse de zaman geçince, biraz sohbetin ardından ve ortak yönleri tespit ettikçe, evet cevabı verme olasılığı yükselir.

Sadece ekonomide değil, sosyal hayatta da arz-talep dengesi etkilidir. Eğer bir ürünün arzı düşükse, ona olan talep artar. Bu durumda fiyatını yükseltir. Hem ürün ve hizmetlerde hem de ilişkilerde “azalma”, “kıtlık”, “bitme”, “son bulma” mesajlarının işlenmesi, ikna edici olur.

Çoğu kimse ikna olup olmayacağına karar verirken, “toplumun çoğunluğunun” ne düşündüğüne bakar. Buna nezaketle “konsensüs arayışı” ve açık sözlülükle “sürü psikolojisi” denilir. Reklamlarda duyduğunuz “en çok sevilen”, “en çok satılan” gibi ifadeler buna dayanır.

İkna için kanıt göstermek gerekir. Kanıt ya bilimsel ya duygusal ya da ahlaki olmalıdır. İkna edecek kişi ile ikna olacak kişi arasında uyum şarttır. Ayrıca empati çok önemlidir. İkna tekniği olarak hediye vererek ortaklık kurma mümkündür. Yine aynı şekilde bir kusurun ya da hatanın bildirilmesi de doğru bir yöntem olabilir. Kişiler ayrıca kendilerine yardımcı ve paylaşımcı olanların görüşlerini ve tavsiyelerini de dikkate alırlar. İkna edici hususlardan bir başkası da “ortak düşman”, “ortak sorun”, “çözüm ortaklığı” meseleleridir. Bir kişiyi şayet onun zayıflığını ve bunun insani haklı nedenini de izah edebilirseniz, ikna etmeniz mümkün olur.

Kendi, hayatınızdan örnekler daima faydalıdır. Alçakgönüllü insanlar da daha fazla ikna edicidir. İkna olma konusunda kaygı duyan kişi, ikna olmasının kendi için olumsuz veya belirsiz sonuçları olabileceğinden kaygılanır. Bu kaygıların giderilmesi de gerekir.

Şunu unutmamak çok önemlidir; Kesin ve net ifadeler kullanmayan kimse ikna edici olamaz. Hızlı, kolay ve kabul edilebilir çözümler üretmeyen kimse de ikna edici olamaz. Kuşkusuz yinelemeler de iknayı kolaylaştırır.

Bir de elbette şu var; Sadece bir grup vardır ki ya her şeye ikna olurlar ya da asla hiçbir şeye ikna olmazlar. Bu grup düşük zekalılardır.

Metin çözümlemesi…

Bir yazarın olağan bir kimseden farklı okuma alışkanlıkları vardır. Adeta gittiği restoranda sunulan yemekleri çok dikkatli biçimde analiz eden bir gurme veya eleştirmen gibi, yazar da okuduğu metinlerde metin çözümlemesi yapar. Çünkü metin çözümlemesi yazara daha iyi yazar olmasında katkı sağlar

Metin çözümlemesinin aşamaları şöyledir:

Tüm metin edebi ve dramatik açıdan değerlendirilir. Sonrasında şu soru listesine göre inceleme yapılır;

  1. Yazılış biçimi şiirsel mi düz yazı mı?
  2. Konu nedir?
  3. Mesaj nedir?
  4. Cümle yapısı nasıl?
  5. Diyalogların yapısı nasıl?
  6. Sözcük seçimi nasıl?
  7. Yazının temposu nasıl?
  8. Sürpriz nedir?
  9. Metnin aksiyon değeri ne?
  10. Aksiyon-reaksiyon ilişkileri nasıl?
  11. Gerilim ve çatışma öğeleri nelerdir?
  12. Görsellik değeri nedir?
  13. Serim, düğüm ve çözüm bölümlerinde neler var?
  14. Karakterler hangi özelliklere sahipler?
  15. Birbirileri ve olaylarla ilişki nedir?
  16.  Karakterler yazıda hangi işlevi üstlenmiş?

Skeç-Parodi-Öykü

Düşünme biçimlerini geliştirip, yaratıcılık ve yazma konularında birtakım alışkanlıkları edindikten sonra, bu özellikleri ve birikimi kullanmak gerekiyor. Bu kitapta size şu ana kadar verilen bilgiler sizin parodi, skeç ve tiyatro oyunu yazmaya başlamanız için yeterli.

Her üç tür de kendine has yapıya sahiptir. Küçükten büyüğe doğru bir sıralama düşünün. Bu yazma sürecinin devamında ileride öyküden sonra roman, skeçten sonra tiyatro oyunu ve daha sonra kısa film senaryosu ve uzun metrajlı sinema filmi senaryosu olur.

Elbette kimse kalemi eline ilk aldığında 3 saatlik bir film senaryosu yazamaz. Kimse aklına güzel bir fikir geldiğinde, bir oturuşta roman yazamaz. Yazma mesleğinde, yazarlıkta yolda ilk gördüğünüz kilometre taşlarının üzerinde, bu kitapta şimdiye kadar gördüğünüz başlıklar yazar.

Sırada şu ana kadar elde ettiğiniz bilgilerin uygulamaya geçirilmesi var; Önce skeç, sonra parodi ve en son öykü…

Skeç yazalım…

Geldik skeç yazmaya… Genellikle eğlendirici, kısa oyun… Skeç yazmak hem iyi bir egzersizdir hem de daha iyi ve daha büyük yazılar için geçiştir. Böylece hikâye yazmaya ilk adımı atıyorsunuz. İyi bir skeç yazarı olduğunuzda, tiyatro oyunu yazmaya da yönelebilirsiniz.

Skeçler de detay yoktur. Karakter sayısı azdır. Tek bir konu vardır. Hareketlilik esastır. Hem konu hem de karakterler sabit kalmaz. Tempo yüksek tutulur. Tempo giderek artan bir çizgi takip eder. Genelde hareketli bir final olur. Sessizlik hiç olmaz, olsa da bir iki saniyeyi geçmez.

Skeçlerde basit yapılar kurulur. Olay örgüsü de kısadır. Olay bir tanedir. Karakterler sadedir. Hemen hemen bütün karakterler tek boyutludur. Skeçler çoğunlukla komedi olarak yazılır. Lütfen dikkate alın; Bir espri bir kez yapılır. Ayrıca bir espri üç cümlede yapılır.

Skeç süresi genelde 5-15 dakikadır. Yazımında sadece diyalog görülür. Ama en sona veya kapaktan sonraki sayfaya -şayet gerekliyse- konunun özeti ve birtakım bilgiler konulabilir.

Skeç metni şöyledir;

HASAN : Hayrola Rüstem, üzgün görünüyorsun, ne oldu?
RÜSTEM : Ben üzülmeyeyim de kim üzülsün Hasan?
HASAN : Hele anlat bakalım seni bu kadar perişan eden olay neymiş, merak ettim yahu!
RÜSTEM : Bütün paramı verip bir at almıştım.
HASAN : Ee, at öldü mü yoksa?
RÜSTEM : Ölse teselli olacak bir yanı var?
HASAN : Ne oldu peki?

Parodi…

Olan, tanınan, bilinen bir hikâyenin veya karakterin gülünçleştirilerek yeniden yorumlanmasıdır. Örneğin Otello’yu alır, onu günümüze uyarlayarak Muğla şivesiyle dramatize ederseniz, bunun adı parodidir.  Romeo ve Juliet’i, “Romanov ve July” diye sahnelendiğinde de parodi idi. Siz bunu “Ramiz ve Jülide” diye düzenlerseniz de parodi olur.

Genelde parodi edebî mirası değersizleştirmekle suçlanır. Ama hem ters köşe için hem de taşlama için hem de aktarılmak isteneni, söz konusu edebî miras üzerinden iletmek için çoğunlukla doğru yoldur. Kabarelerde olduğu gibi kendi başına bir eserin bütünü için de bu yol tercih edilebilir.

Parodiler aslında “kestirme yol” diye de görülebilir. Çünkü orijinal tekst tanındığı ve sevildiği için, sizin parodinizde peşinen saygı ve kabul ile başlar. Parodi boyunca atacağınız hemen her adım “ters köşe” yapacağı için, beğeni de görür. Ama burada bir zorluk var. İzleyici sizin parodinizi izlerken, kıyaslar. Sizin çalışmanız doğal olarak orijinal eserin gölgesinde kalır. Bunda bir sorun yok. Ama sorun şurada; İddialı bir eserin parodisini zayıf ve yetersiz yapamazsınız…

Hikâye…

Hikâye gerçek bir olayın veya gerçeğe yakın bir olayın aktarılması için kullanılan düzyazı türüdür. Çoğunlukla olay örgüsü yalındır. Hikâyelerde genel olarak bir olay veya bir an üzerinden yoğun bir etki uyandırma hedefi izlenir. Karakter sayısı azdır. Hikâye yazımında kullanılan zaman ve mekân da görece sınırlıdır. Süresi kısadır. Bu özellikleri hikâyeyi romandan ayırır.

Şaşırtıcı rastlantılara çokça yer verilir. Hikâyelerin olmazsa olmazları vardır. Bunlar şöyledir;

“Karakterler, olaylar, olay örgüsü, zaman, mekân, anlatıcı ve bakış açısı”.

Hikâye antik İyon uygarlıklarından bu yana biliniyor. Fabllar ve Binbir Gece Masalları bu türün öncüleri sayılır. 19. Asır’da hikâyeler yeni bir biçim aldı. Bu asırdaki romantizm ve gerçekçilik akımları hikâyeleri de etkiledi ve hikâyeler psikolojik ve metafizik sorunları da anlatmaya başladı.

Genel olarak hikâyeler “olay hikâyesi” ve “durum hikâyesi” diye iki kategoride ele alınır.

Olay hikâyesi adından da anlaşıldığı gibi merkezinde bir olaya yer verir. Her şey bu olayın çevresinde gelişir, olur ve biter. Merak her zaman vardır.

Durum hikâyesi ise biraz farklıdır. Bunda olay anlatılmaz, hayatlardan kesitler verilir. Merak olmaz. Tasvirlerin çokluğu dikkat çeker.

Hikâye türünün temel eseri bir İtalyan’a aittir. Giovanni Boccaccio 1348’de ülkesinde patlak veren veba salgınını yazmıştır. Toplam yüz hikâyeden oluşan eseri Decameron bu yazı türünün temel eseridir. Hikâye yazarlığının dünyadaki önemli isimleri Gogol, Çehov, Dostoyevksi ve Turgenev gibi Rus yazarlardır.

Ülkemizde hikâye 19. Asrın sonlarında başladı. İlk temsilcisi Ömer Seyfettin’dir.  Falaka, Pembe İncili Kaftan ve Başını Vermeyen Şehit” en çok tanınan eserleridir. Bence Türk edebiyatı ve hikâye denildiğinde, en önemli isim Sait Faik Abasıyanık’tır. Abasıyanık toplumun problemlerine değil bireyin toplum içindeki sorunlarına yönelmiştir. Abasıyanık eserlerinde şehirde yaşayan balıkçı, işsiz ve kıraathane sahibi küçük insanları gibi yazarken, aslında “insan” kavramını inceler.   

Hikâye yazmak için öncelikle bir konu gerekir. Bir hikâyeyi okunur kılan unsur öncelikle konusudur. Konusuz hikâye olmaz. Ama bir diğer çok önemli unsur da başkarakterdir. Başkarakter okuyucuya yol gösterir, onu okumaya devam etmeye teşvik eder. Dolayısıyla yazar öykülemede, yani konuyu ve karakterleri kullanmada çok dikkatli olmalıdır.

İster en başta yazın, isterseniz en sona bırakın, ama hikâyenize bir kapak sayfası hazırlayın. O sayfada oyunun adı, yazarın adı, yazıldığı tarih ve varsa çevirmenin adı yer almalı. Süslü veya süssüz olmasının bir önemi yok. Ama ben sade olmasını öneririm.

Biçim açısından standart şöyledir;

a.     Times New Roman Yazı Tipi

b.     12 Punto Yazı Tipi Boyutu


c.     1,5 Satır Aralığı

d.     Sayfanın altında, ortada sayfa numarası


e.     Üst, sol, sağ ve aşağıdan 2,5 cm sayfa boşluğu

Olmazsa olmazlar…

Hikâye yazarken başvurulan belli başlı kalıplar vardır. Bunlara püf nokta da denilebilir, şablon da başka bir şey de…

Karakter bir şeyi çok istemektedir, ama elde edememektedir.

Veya

Karakterin hayatında travmalarından dolayı adeta ötesine geçemediği bir cam duvar vardır, geçmeyi denemektedir.

Dolayısıyla;

Hikâye = (Karakter + İstek) x Engeller

Hikâye = (Karakter + Amaç) x Çatışma

Hikâye = (Karakter + Travma) x Azim

Eğer bir hikâyenin haritasını çıkarmak gerekiyorsa, yaklaşık olarak şöyle görünebilir;

Serim-Düğüm-Çözüm

Serim – 1. Çimdik- 2. Çimdik- 1.Doruk noktası- 3. Çimdik- 4. Çimdik- 2. Doruk noktası-Çözüm.

Serim-Kışkırtma-Yükselen Tansiyon-Karışıklık –Doruk-Geri Dönüş-Aksiyon-Çözülüm-Sonuç

Çimdik konusuna birazdan ayrıntılı biçimde değineceğim. Hikâye yazarken aceleci davranmayın. Önce konuyu belirleyin. Belirlediğiniz konuya ilişkin hikâyeyi bir cümle ile özetlenecek hale getirin. Daha sonra serim, düğüm ve çözümü tespit edin.

Bu şekilde bir çizelge oluşturun. Konuyu meydana getiren gelişmeler ve her gelişmenin aşamaları kesinleşsin. En son da aşamaların detaylarını not edin.

Sonrasında hikâyenin aşamalarını saptayın. Gördüğünüz gibi genelden özele, bütünden detaya doğru gidiyoruz;

“Konu

Gelişmeler

Aşamalar

Detaylar”

Eğer mümkünse konunun altında yer alan bu öğelerin her biri üçer tane olsun. Örneğin üç gelişme olsun, onların altında da üçer aşama gibi ve her birinin üçer detayı…

Böyle bir sıralama ve dizilme kesin bir kural değildir. Ama hikâyenin içeriğinin zenginliği ve ritmi bakımından doğru olur.

Birkaç kez sıralamayı kontrol edin. Her bir unsurun bir sonraki ile ve bütünle ilişkisini test edin.  Bağlanışlar sağlıklı mı, akıcılıkta sorun var mı, merak sağlıyor mu? Öğeleri gerektiği ölçüde kısaltın, uzatın, birleştirin, bölün. Elinizi hiç korkak alıştırmayın.

Gelelim çimdik konusuna. Çimdik yerine çengel veya başka isimler konulabilir. Seyircinin dikkatini çekmeye ve sürükleyiciliği sürdürmeye yönelik bölümler diye de düşünebiliriz. Çimdik okuyucuya ana çatışmayı hatırlatan ve bir yenilik sunan olaydır.

Yoğun kullanılan kalıplardan birisi de “sekizli sistemdir”. Hikâyeyi sekiz bölüm, yani sekiz sekans gibi düşünün. Bu sekansların bazıları çimdik, bazıları doruk noktasıdır.

Birinci bölümde; Okuyucu “kim, ne, ne zaman, nerede” sorularının cevabını alır. Başkarakter ortaya çıkar. Onunla ilgili ilk bilgiler elde edilir.

İkinci bölümde; Başkarakterin sorunu ortaya konulur. Başkarakter o sorunla baş edemez veya baş edememiştir. Sıkıntı yaşar. Yaşanan bu sorun hikâyenin bütünü için önemlidir.

Üçüncü bölümde; Başkarakter sorunun üstüne gitmeye karar verir ve mücadeleye başlar.

Dördüncü bölümde; Başkarakter sorunun üstüne gider. Ama ilk mücadelesinde başarısız olur. Başkarakter mücadelede ısrar eder. Buradan sonra kırılma noktası (doruk noktası) yaşanır. Her şey başkarakter için ya çok iyiye gider ya da çok kötüye. Okuyucunun dikkatinin en yoğun olduğu an bu andır. Okuyucu kendisini sorunda taraf görür ve hikâyenin devamı için tahminde ve temennide bulunur.

Beşinci bölümde; Başkarakter kırılma noktasında ortaya çıkan yeni durumun artı ve eksi yönleriyle yüzleşir. Onlarla boğuşur, ilgilenir. Burada bir tane veya birden fazla yan konu ortaya çıkar.

Altıncı bölümde; İkinci doruk noktası buradadır. Başkarakter ya yorgunluktan, dikkatsizlikten ya da bir komplo sonucu veya yanlış ve kötü tercihlerden dolayı hata yapar. İkinci bölümde görülen sorun (dramatik sorun) ya nükseder ya da hatırlanır. Burada okuyucunun tahmininin ve beklentisinin aksi istikametinde gelişme olur.  Beşinci ve altın bölümlerdeki sorunların getirdiği sıkıntılar etkisini hissettirir.

Yedinci bölümde; Altıncı bölümde görülen sorunun giderilmesi için çok mantıklı ve gerekli görünen olasılığın yanlış olduğu anlaşılır.

Sekizinci bölümde; Gerilimi sonlandıracak çözüm belli olur ve gerçekleşir. Çözümün içeriği ve yapısı dördüncü ve altıncı bölümlerdeki doruk noktalarından belli olur. Dikkat edin; Her iki doruk noktasının da öncesinde ikişer tane çimdik (veya çengel) vardır. Konusuna göre gerilimden uzak ve sakin bir bitiş de düşünülebilir.

Bu “sekizli sistem” yerine, “dörtlü sistem” de kullanılabilir;

Serim, doruk noktası, 1. Çimdik, 2.çimdik, doruk noktası, çözüm.

Hikâye yazacağınız zaman sırasıyla şunları kısaca kâğıda dökün;

  1. Konu nedir?
  2. Başkarakter ve amacı,
  3. Yardımcı karakterler ve amaçları,
  4. Başlangıç ve son,
  5. Olay örgüsünü oluşturan sekanslar,
  6. Olayların basit bir şekilde sıralanması.

Eğer dörtlü sistem kurmayı düşünürseniz hem birinci hem de dördüncü bölümlere doruk noktası yerleştirmelisiniz. Yani her iki yerde de dramatik gelişmeler yaşanmalıdır. İkinci doruk noktası başkarakter için bütün hikâyedeki en kötü anı içermelidir.

Hikâyede yer almasında faydası olan birtakım teknik detaylar şöyle sıralanabilir;

  1. Eğer hikâyede bir sürpriz çıkaracaksanız, o sürprizin bütün detayları yine aynı hikâyenin içinden çıkmalıdır. Sürpriz olmalıdır, ama saçma olmamalıdır. “Meğerse” gibi bir durumu mümkün olduğunca kullanmayın.
  2. Başkarakter asla ve hiçbir zaman hiçbir şeyi bir defada başarmasın, bir defada elde etmesin. Hiçbir şeye ilk sorulduğunda evet demesin. Her zaman ikinci deneme gerekli olsun.
  3. Eğer duvarla asılı bir tüfek varsa, o tüfek patlayacak. Anton Çehov’un bu kuralı şunu izah eder; Kurgusal bir anlatımda belirtilen bir öğe varsa, o öğenin bir de işlevselliği olmalıdır. Her öğenin etkin bir rolü olmalıdır. Anlatımda işlevsiz öğe gereksiz öğedir.
  4. Başkarakter hikâye boyunca zaman zaman geçmişteki travması ile yüzleşir. Bu travmanın adı dramatik sorundur.
  5. Başkarakter geçmişten yaralıdır. O travma onun için bir cam duvardır. Başkarakterin o cam duvara çarpması, o cam duvarı kırıp geçmesi, çok dikkatli kurgulanmalıdır.
  6. Eğer bir silah patladığında, odaya girenler birisini elinde silahla görürler. Elindeki tabancanın dumanı tütmektedir. Bunun adı “tüten silah teorisidir”. Anlamı şudur; Kimin elindeki silah tütüyorsa, kimin parmak izi varsa, silah kimin evinde bulunduysa, tanıklar kimi teşhis ettiyse, katil o değildir…
  7. Hikâyede bazı gerçekler imalarla ortaya konulur. Ama aynı zamanda “sahte imalar” vardır ve gerçeği saklarlar.
  8. Hikâyede her şey çok net, çok açık, çok kesin olmamalıdır. Olup olmadığı şüpheli birtakım olaylar veya kimseler konu edilebilir. Geçmişe veya detaylara ilişkin belirsizlikler olmalıdır. Okuyucu için bir bakıma havada olan veya askıda kalmış, açıklanması beklenen ama açıklanmayan detaylar gerekli olabilir.
  9. Dramatik ironi gerekebilir. Bir şey olmuştur. Bunu herkes biliri başkarakter bilmez.
  10.  Hikâyede ana konunun yanında yan konu da olabilir. Ama yan konular öne çıkmamalıdır. Ama konuyla yarışmamalıdır. Çok fazla yan konu sadece zarar verir.
  11. Hikâyede odakta neyin yer alacağı doğru tespit edilmeli. Odakta ya durum ya da başkarakter yer almalı. Odak değişken değildir. Sabit kalmalı.
  12. Çocuklarda soyut düşünce olmadığını unutmamak gerekir.
  13. En dikkatli okuyucular bir hikâyedeki ayrıntıların ortalama üçte birini gözden kaçırırlar.
  14. Bitişine, çözüme karar verdiğiniz hikâyeyi yazın. Eğer final aklınızda netleşmediyse, yazmaya başlamak için çok erken demektir. Sadece notlar almaya devam edin.
  15. Hikâyede sonun şeklen nasıl olacağı önemlidir. Her şey netlik kazanacak mı veya okuyucuya yorum bırakılacak mı? İkincisi daha fazla ustalık ister.
  16. Eğer hikâyenin başında açılan bir çember varsa, o çember kapanmadan hikâye bitmez. Çemberi kapatmanın en iyi yeri ikinci doruk noktası veya çözüm, çözümün sonundaki bitiştir.
  17. Hikâyede anlatmak değil, göstermek önemlidir. Tasvir ve eylemlerle aktarılan olaylar okuyucunun zihninde ayrıntılı biçimde canlanmalıdır.

Hikâyenin anketi…

Başarılı bir hikâye için böyle bir anketin yapılması faydalı olur. Hikâyenin anketini pilotların uçağın havalanmasından önce yaptıkları son kontrollerde kullandıkları kontrol listesi gibi de düşünebilirsiniz. Her zaman son bir kontrol iyidir. Ama en iyisi biz kez daha her şeyi kontrol etmektir.

Bu sayede hiçbir ayrıntı gözünüzden kaçmaz. Yorgunluk veya dikkatsizlik kurbanı olmazsınız. Derli toplu çalışabilmeniz ve hikâyenin bütünü üzerinden görüşünüzü yitirmemeniz için anket yarar sağlar. Anketiniz sayesinde her an bütün ayrıntılar önünüzde olur.

Sorular;

  1. Bu hikâyeyi neden yazıyorum?
  2. Bu hikâye ile okuyucuya ne anlatmak istiyorum?
  3. Bir cümle ile bu hikâye nedir?
  4. Başkarakter kim?
  5. Başkarakterin “karakter anketi” hazır mı?
  6. Bir cümle ile başkarakter neden önemli?
  7. Okuyucu başkaraktere ilgi duyacak mı?
  8. Okuyucu başkarakter için ne hissedecek?
  9. Okuyucu kendisini başkarakter ile özdeşleştirir mi?
  10. Okuyucu başkarakterin geleceğini merak eder mi?
  11. Başkarakterin diğer karakterle ilişkisi nedir?
  12. Başkarakterin zayıf noktası nedir?
  13. Başkarakterin bir yarası var mı?
  14. Başkarakteri daha etkili olmaktan alıkoyan bir şey var mı?
  15. Yardımcı karakter var mı, neden?
  16. Bu hikâyede hangi karakterler var?
  17. Bu hikâyedeki diğer karakterler birer cümle ile kimdir?
  18. Bu hikâyedeki bütün karakterlerin psikolojik çözümlemesi nedir?
  19. Bu hikâyedeki olaylar nelerdir?
  20. Bu hikâyedeki olayların inandırıcılığı kesin mi?
  21. Bu hikâyedeki karakterler arasındaki ittifaklar nelerdir?
  22. Bu hikâyedeki karakterler arasındaki ittifaklarda taraf değiştiren var mı, neden?
  23. Olaylarla karakterler arasındaki ilişki nedir?
  24. Bir cümle ile serimde ne var?
  25. Bir cümle ile düğümde ne var?
  26. Bir cümle ile çözümde ve var?
  27. Serim, düğüm ve çözüm süresi tatminkâr mı?
  28. Bu hikâyede kaç “çimdik” var?
  29. Bu hikâyede yer alan “çimdikler” nelerdir?
  30. Bir cümle ile hikâyenin doruk noktasında ne var?
  31. Bir cümle ile hikâyedeki sürpriz nedir?
  32. Olay örgüsü nasıl şekillendi?
  33. Olaylarla ilgili başka sıralamalar mümkün mü?
  34. Olay örgüsünde olayların süresi tatminkâr mı?
  35. Bu hikâyedeki tasvirler yeterli mi?
  36. Bu hikâyede hangi mekânlar yer alıyor, neden?
  37. Bu hikâyede yer alan mekânlar bizzat görüldü mü?
  38. Bu hikâyenin zamanı nedir, neden?
  39. Okuyucunun başkarakterden beklentisi nedir?
  40. Bu hikâyenin okuyucuyu zorlayacağı veya okuyucunun hikâyede beğenmeyeceği yer neresi olabilir?
  41. Karakterler arasındaki çatışmalar ve dayanışmalar mantıklı mı?
  42. Karakterler arasındaki çatışmalar ve dayanışmalar daha başka olabilir miydi?
  43. Yaşanan çatışmaların dozu uygun mu?
  44. Çember açıp, kapatma var mı?
  45. Karakterlerin tatminsizliği ve huzursuzluğu varsa, yeterince açıklanıyor mu?
  46. Anlatıcı varsa, hikâyeyi aktarma biçimi ve ortaya çıkma sıklığı doğru mu?
  47. Doruk noktasından sonra çözüme giden sürecin süresi ve içeriği akılcı mı?
  48. Başka bir çözüm nasıl olurdu? Örneğin başkarakter başarısız olursa?
  49. Sonuçta kesin bir çözüm mü olmalı, yoksa belirsizlik mi olmalı?
  50. Anlatıcının bildiği, ama başka kimsenin bilmediği bir sır var mı?
  51. Herkesin bildiği ama başkarakterin bilmediği bir sır var mı?
  52. Sadece başkarakterin bildiği bir sır olabilir mi?
  53. Bu hikâyede yer alan “kötüler” neden kötü olmuşlar?
  54. Bu hikâyede yer alan “iyiler” neden iyi olmuşlar?
  55. Başkarakterin “beklenmeyen hamlesi” var mı?
  56. Okuyucu başkarakter konusunda nasıl bir beklentiye girdi?
  57. Bu hikâyede başkarakterden akılda kalacak söz nedir?
  58. Başkarakteri pes etmekten alıkoyan nedir, kimdir?
  59. Eğer başkarakterle çatışan bir “kötü adam” varsa, özellikleri nelerdir?
  60. Kötü adamın kazanmaya en yakın olduğu an nedir?
  61. Kötü adam neden kaybediyor? Kaybetmiyorsa neden kaybetmiyor?
  62. Başkarakterin kötü adama üstünlüğü nedir? Var mı?
  63. Şayet hikâyede rastlantılar varsa, saçma olmamalarına dikkat edildi mi?
  64. Okuyucu nasıl bir final bekliyor? Neden?
  65. Okuyucuya o finali verecek misiniz?
  66. Okuyucu için “yine hikâyenin içinden gelen” bir ters köşe var mı?
  67. Bu hikâyede çatışan karakterler arasında “yüzleşme” var mı?
  68. Bu hikâyede çatışmalarda “zamanlama” doğru kullanıldı mı?
  69. Bu hikâyede öngörülen çözüme göre kim “bedel ödeyecek”?
  70. Zafer kazananlar için zaferin bedeli nedir?
  71. Okuyucu bu hikâyeyi tekrar okur mu?
  72. Okuyucu bu hikâyenin devamını bekler mi? Üzerine düşünür mü?

–SON–


Giriş yap

Kayıt ol

Şifre sıfırla

Lütfen kullanıcı adınızı veya e-posta adresinizi girin, e-posta yoluyla yeni bir şifre oluşturmanızı sağlayacak bir bağlantı alacaksınız.

İçindekiler

içindekiler